Kategoriler
Yazılarım

Narin, Gassal ve Cehalet Tutkusu

Bu yazı Renata Salecl in Cehalet Tutkusu kitabından esinlenerek yazılmıştır.
Psikolog Çiğdem KARAKUŞ

Cehalet bilgide eksiklik olarak tanımlanır. Bilmediğimizi bildiğimiz pek çok şey olduğu gibi bilmediğimizi bilmediğimiz şeylerde vardır. Kuantum fiziğini mesela; bilmediğimi gayet iyi biliyorum ve aslına bakarsanız bilmeye dair bir arzum olmadığını da itiraf etmeliyim.
Bilmediğimizi bildiğimiz ve bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler cehalet kapsamına girsede bu durum masum görülebilir;“Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik”. Neticede her şeyi bilmemiz mümkün değildir.
Cehaletin bir diğer tanımı da, görmezden gelmektir.Bir şeyden haberdar
olmamaktan farklı olarak, görmezden gelmek, haberdar olunmasına rağmen ona kayıtsız kalmak ya da inkar etmektir. Bir kez bildikten sonra ona kayıtsız kalmak yitirilmiş bir masumiyettir der Salecl. Psikolojide de, cehalet inkar denilen bir savunma mekanizması ile açıklanır. İnsanlar, acı verici ve başa çıkmakta zorlanılan şeyleri bilmek istemezler. Fransız Psikanalist Lacan pek çok hastanın, acılarının asıl nedenini anlamak amacıyla ona başvurduğundan, ancak gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak için her türlü çabayı gösterdiğinden söz eder. Lacan’ın “cehalet tutkusu” adını verdiği bu kavram, bireylerin bazı gerçekleri bilmekten kaçınma, hatta bu gerçeği reddetme veya bastırma eğilimini ifade eder.
Bu kavram, bilginin yalnızca eksikliğinin değil, aynı zamanda aktif bir şekilde reddedilmesinin de psikanalitik bağlamda nasıl işlediğini açıklar. Lacan’a göre, cehalet yalnızca bilgi eksikliği değildir; bireyin bilinçli ya da bilinçdışı bir şekilde bilgiye karşı aktif bir direnç göstermesidir.
Neyi bilmek istemeyiz?
İnsanlar, onları rahatsız edecek şeyleri bilmek istemezler. Hayat tarzını değiştirmesini gerektirecek bilgilerden kaçınırlar. Bazı şeyleri bilmek konfor alanını bozar.
Hayat görüşümüzle, mevcut inanç ve değerlerimizle çelişen bilgileri bilmek istemeyiz.
Bilişsel çelişki yaratan bilgiler kolayca inkar edilir. Bunu bazen bilgiyi küçümseyerek yaparız bazen öğrenmeyi reddederek.
Bilmeye, sorumluluk ya da suçluluk duygusunun eşlik edeceği şeylere gözümüzü yumabilir, kulaklarımızı tıkayabiliriz.
Çok fazla bilgiye maruz kaldığımızda seçim yapmak zorlaşır. Sosyal medya örneklerini düşünün, doğru bilgi ile yanlış bilgiyi ayırt etmek güçleştiğinde kayıtsız kalmak koruyucu görünür.


Narin…
Bir köyde, bir kız çocuğu öldürülür. Köy halkı, cinayetin failini ve nedenlerini bildiği halde, bu bilgiyi açıkça kabul etmekten kaçınır. Cehaleti bir kalkan olarak kullanılır. Bu “bilmezlik”, faille olan ilişkilerden doğan korkular, toplumsal normların korunması isteği veya faille özdeşleşme
gibi nedenlerle bilinçli bir seçim haline gelir. Lacan’a göre bu tür bir cehalet, sadece bilgiye değil, aynı zamanda bu bilginin gerektirdiği ahlaki ve hukuki sorumluluğa karşı bir dirençtir.
Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısını ve güç dengesini bozacak şeyleri bilmek istemeyiz.
Bu uğurda bir köy bir katili bilmek istemeyebilir. Sadece küçük yerler değil, modernleşmiş toplumlarda güç dengesini bozacaksa “katilleri” bilmek istemezler. Toplumun uyumu bozulmasın diye gerçekler kasıtlı olarak görmezden gelinir ve bireysel adalet arayışı engellenir. İster köy olsun, ister büyük modern bir toplum, insanlar sessizlik kontratı yaparak düzenin sürmesi için işbirliği yaparlar. Sistemin sürdürülmesine, bireysel adaletten daha fazla önem verilir.


Gassal…
Freud’a göre, inkâr, ölüm korkusuyla başa çıkmamıza yardımcı olan bilinçdışı bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde, kendi ölümlülüğümüzü yok sayar ve sanki ölümsüzmüşüz gibi davranmaya devam ederiz. Her inkar aslında bilinene karşı yapılır ve amacı bilinenin arkasındaki bir fanteziyi korumaktır. Bilinen ölümdür, ölümü inkar ederek ölümsüz olduğumuza dair fantezimizi sürdürmek isteriz. Mesela, ölümü bilmek istemeyiz.
Birilerinin öldüğünü biliriz fakat bu bizi şahsi olarak alakadar eden bir durum değildir. Ölümü inkar etmek sanki büyülü bir şekilde ölümsüzlük getirir. İnsanlar, ölüm gerçeğini kabul etmekte zorlanır ve ölümle ilgili bilgileri görmezden gelerek yaşamlarını sürdürmeye çalışır.
Ölüm fikri bireylerde varoluşsal kaygıyı tetikler. Bu kaygıyla yüzleşmek yerine ölümü basitçe gündemlerinden çıkarabilir. Gassal ın gündemi ölümdür ya da inkar, gündemde tutulmak yoluyla gerçekleşir. Bir ölü yıkayıcısı ölümü en çok inkar eden olabilir ta ki “öldükten sonra
onu kimin yıkayacağı” sorusunu sorana kadar. Cehalet, bilginin arkasında saklanır ve aslında bilmediklerimiz bizim hakkımızda daha çok şey söyler. “Bir şeyi inkara kalkıştığımızda tam da gizlemek istediğimiz şeyi fark etmeden açığa vurmuş oluruz”

Kategoriler
Yazılarım

Çocuk İstismarı ve Savaşın Kökenleri (Lloyd deMause) Kitabı Ne Anlatıyor?

Çocuk İstismarı ve Savaşın Kökenleri kitabında Lloyd deMause, savaşın nedenlerini çocuklukta yaşanan ihmal ve istismara bağlamaktadır. Tarihi, psikotarih denilen bir yöntemle tekrardan incelemekte, çocuk yetiştirme biçimleri ile savaşların paralelliğine dikkat çekmektedir. Kitapta, çocukluk tarihi, çocuklara yönelik ihmal ve istismarın tarihine dair birçok sarsıcı örnek olduğunu belirtmeliyim. Bu yazı, deMause’ın kitabının bir özeti niteliğindedir.
Tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin büyük kısmı, savaşmanın rasyonel nedenleri olduğunu öne sürmektedir. Ortada bir çıkar çatışması vardır ve bunun için savaşmak makuldür. Bir kısım Tarihçi ise idea edilenin tersine, savaşa neden olan çıkar çatışmasının kazanan tarafın dahi lehine sonuçlanmadığını belirtmekte, savaşların refahtan çok yıkım getirdiğine vurgu yapmaktadır. Yaygın kanının aksine savaşlar, ekonomik buhran yaşanan dönemlerden çok, refah dönemlerinde ortaya çıkmakta ve savaşı genellikle güçlü olan taraf açmaktadır. deMause, bu durumu Büyüme Paniği kavramı ile açıklamaktadır. İşlerin yolunda gitmeye başladığı dönemlerde ulusların büyüme Paniği yaşadıklarını ve savaş gibi gerileyici, yıkıcı eylemlere başvurduğunu öne sürmektedir. Yazar, büyüme paniğini travma psikolojisi ile ilişkili bir kavram olarak ele almaktadır. Büyüme paniği, Masterson’un terk depresyonu adını verdiği kavrama benzemektedir. Terk depresyonu, kendilik bozukluklarında, bebeğin bakım verenin yetersizliği nedeni ile terk edilmeye karşı hissettiği depresyon, panik, öfke gibi yoğun duygulardır. Terk depresyonunda bebek, bakım verenin onu terk etmemesi için (terk, bebek için ölüm demektir) sevgi ve onayını alacak yönde sahte bir kendilik geliştirir. Yetişkinliğinde ise içselleştirdiği bakım verenin hoşuna gitmeyecek bir eylem yaptığında ki buna kendilik aktivasyonu denir, terk depresyonuna düşer. Kişi terk depresyonuna düşmemek için savunmalar geliştirir. Bu savunmalar kişiyi ruhsal olarak geriletici ve yıkıcı niteliktedir. DeMAUSE, anne şiddetini (terk depresyonun cinai öfkesi ) benzer şekilde açıklar; “Şiddet eğilimli annelerle gerçekleştirilen klinik çalışmalara göre annelerin çocuklarına sadistçe davranışlarda bulunmalarının sebebi, kendi annelerini içselleştirmiş olmaları ve bir çocuğa sahip olmanın “kendini gerçekleştirmede yolunda en yasak eylem ve en az mazur görülebilir suç olduğu yönündeki korkudur. Yeni doğan bebeğini öldüren anneler, bir bebeğe sahip olma cüretini gösterdikleri için kendi anneleri tarafından cezalandırılmaktan korkarlar. Bu yüzden, “kendisini kurtarmak için, çocuğu yok ederek anneliği yadsırlar”. deMause benzer mekanizmayı toplumlarında yaşadıklarını söylemektedir. Uluslar, büyümeye, gelişmeye, demokratikleşmeye başladıklarında büyüme paniğine düşmektedir. Savaşlar ise içselleştirilmiş anneden ayrışmaya karşı bir savunma işlevi görmektedir. Ona göre savaş saldırıdan çok öz yıkım barındıran bir eylemdir.“Savaş, kötü çocukların yaşamlarını katil anneye sunma sürecidir. Kahraman, kendi cani annesinin ona yöneltilen öfkeden kurtaran, böylelikle kurtarıcı olarak onu sevme hayalini kurma hakkına sahip olan kahramana dönüşür.”
DeMAUSE travma psikolojisinin yarattığı içsel parçalanmayı şu şekilde anlatır; “ İstismar edilen çocuk, onları istismar eden kişilerin anılarını ve istismarcı kişiliklerini, beyinlerinin sağ yarım küresinin amigdala ağının ayrışmış kısmına alter adı verilen cezalandırıcı bir kişilik olarak gömerler. Alterin amacı, istismar ve terk edilmeye bağlı dehşet duygularını, bilinçten kopuk bir formda tutmaktır. Böylelikle çocuk, ebeveyni tamamen kaybetme ya da onun tarafından öldürülme korkusunun acısını ya da aşağılanmanın verdiği utancı dışa vurmak zorunda kalmaz. Alter, çocuğun maruz kaldığı istismardan kendisini suçlu tutmasını, sonra kendisini kurban olarak iki ayrı iç altere bölmesini sağlar: Katil anne alterini koruyan “Kahraman Benlik” ve annesinin onu öldürmesinin/terk etmesinin önüne geçmek için cezalandırılması gereken “Kötü Benlik”. Alterler, çocuklukta sağ beyne gömülen ve sonrasında ortaya çıkan şiddetin kaynağı olan saatli bombalardır.” Bu saatli bombalar savaş meydanlarında çocuklukta maruz kalınan acıların, korku ve öfkenin yansıtıldığı düşmanlar (kötü çocuk alteri) olarak ortaya çıkar. İşgal edilen anavatan ise, sevgisini kazanma umudu ile uğruna savaşılacak idealize edilmiş katil anneyi temsil eder. Savaşçı, kendisini feda ederek, kötü anneyi, onu seven iyi bir anneye çevirme umudu taşıyan bir kahraman yani sevilmeyi hak eden iyi çocuktur artık.
deMause, Erkeklerin bilinçdışının idealize edilmiş bir anne fantezisini sürdürmeye daha yatkın olduğunu söylemektedir. Erkeklerin anneleri ile ilgili algıları idealize edilmiş ya da bulanıktır. Ann Caron kız ve erkek çocukları ile yaptığı röportajlarda kız çocuklarının anneleri hakkında duyguları (onları hem severler hem nefret ederler ve eleştirirler) hakkında rahatça konuşurken, erkek çocuklarının anneleri hakkında konuşmaktan kaçındıklarını, onlara anneleri ile ilgili değiştirmek istedikleri bir şey olup olmadığı sorulduğunda çoğunlukla hayır cevabını verdiklerini belirtmektedir.”
Erkek çocukları genellikle annenin fedaisi rolünü oynamaya evin erkeği sıklıkla babanın fiziksel ya da duygusal yokluğunda, bunalıma girmiş, bitkin anneyi neşelendiren sevgili olmaya teşvik edilir. Savaşçıların anavatanı kurtaran bir kahraman olması gerektiği fantezisi için önemli bir temelde budur. Anavatan, depresif, istismarcı, ihmalkar bir anneyi temsil eder ve böyle bir anne tarafından sevilmenin tek koşulu onu kurtarmakdır. Yani kurtarmak için kendini feda etmektir. “
deMause, birçok psikotarihçinin yaptığı araştırmalarla desteklediği, insanlık tarihinin, bebek ve çocuklara yönelik istismarının ve bebek katlinin bilançosunu çıkarmıştır. Kitapta, tarih boyunca çocuk yetiştirme uygulamalarının birçok örneğine değinilmektedir. Mesela; ilk çağlarda kabilelerde yeni doğan bebeklerin öldürüldüğü, kurban edildiği, (bazı kabilelerde yeni doğanın öldürülmesi için annenin daha büyük çocuktan yardım aldığı, bebeğin etinin anne tarafından yendiği ), sıkı bir şekilde kundaklandığı , terk edildiği, fiziksel şiddet gördüğü, anne tarafından cinsel olarak istismar (ensest) edildiğine dair örnekler verir. Antik çağda, özellikle Yunanda, erkek çocuklarına anal tecavüzün yaygın olduğuna hatta teşvik edildiğine ve yeni doğan bebeklerin öldürülmeye devam edildiğine değinir. Ortaçağda, çelişik duygular hakimdir, yeni doğanı öldürme hala yaygındır fakat hoş karşılanmamaktadır. Bebekler kundaklanmaya devam edilir, günlerce kundak içinde kendi dışkısına bulanmış bir şekilde hareketsiz kalır ve temizlenmediği için vücudunda yaralar oluşur, aç bırakılır, çocuklar günahkar görülür ve dövülür, tecavüz yasal değildir.
Rönesans’da çocuk katli yoktur, çocuklar günahkarlıkdan ziyade duygularını kontrol altına almak için dövülür, çocuklar ayrı yatakta yatırılır (önceki dönemlerde çocuklar yetişkinlerle ya da daha büyük çocuklarla aynı yatakta yatırılır ve cinsel ilişkinin bir parçası olurdu).
“19.yüzyıl sonunda Almanya ve Avusturya’da bebeklerini doğar doğmaz öldürme oranı yüzde 20 idi. O dönemde Alman halkı ile yapılan anket çalışmasında büyük bir kısım Alman, babalarından dayak yediğini, babalarını ailedeki mutlak yasa olarak kabul ettiklerini ve babalarını sevmekten çok ondan korktuklarını belirtmektedir.”
“18.ve 20.yüzyıl arasında Paris’te doğan bebeklerin sadece %5’inin anneleri tarafından emzirildiği ortaya konmaktadır.”
Tarih boyunca, bebekler sütanneye gönderilmek sureti ile terk edilir, uzun yıllar boyunca aranıp sorulmaz. Birçok bebek sütanne eli ile öldürülür ya da istismar edilirdi.

Sonuç olarak, yazar geçmişte annelerin bebeklerini sık sık öldürdüğünü, terk ettiğini, istismar ettiğini söylemektedir. Bebek katline tanık olan, ihmal ve istismarla da olsa hayatta kalmayı başaran çocukların benliklerinin travmaya tepki olarak bölündüğünü ve yetişkinlikte ebeveynlerinden gördükleri şiddetti savaşlar yoluyla tekrar sahnelediklerini belirtmektedir. İnsanların çocuk yetiştirme biçimlerinin iyi yönde evrim geçirmesinin, günümüzde geçmişten daha az savaş olmasının ve daha güvenli bir dünya olmasının sebebi olarak belirtmekte ve günümüzde iyileşen çocuk yetiştirme biçimlerinin sürdürülmesinin, daha da iyileştirilmesinin savaşın çözümü olabileceği görüşündedir.

Kategoriler
Yazılarım

Görünmez Örselenmeler

Örselenmenin (travmanın) İnsan psikolojisine/kişiliğine zarar verdiği hususunda toplumumuzda bilinçlenme artmış gözüküyor. Sosyal medyadaki psikoloji alanında paylaşımların gördüğü ilgi ve psikologların takipçi sayıları bence insanların bu konulara ilgi/ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Hala ara sıra “beni çocukken annem-babam çok döverdi, ne olmuş sanki psikolojim mi bozuldu” diyenler çıksa da. Fakat örselenme ile ilgili es geçilen noktalar var. Somut örselenmeler (dayak, cinsel istismar, kayıplar, şiddete tanık olma gibi, doğal afetler, savaşlar, göç) çok daha bilindik. Çoğu insan ben bunları yaşamadım ki, annem-babam bana bir fiske bile vurmadı, “neden böyle hissediyorum” diye yaşadığı güçlükleri anlamlandırma da zorluk yaşıyor. Es geçilen nokta, daha sinsi olan fakat somut örselenmeler kadar -bazı durumlarda daha fazla- zarar veren örselenme türlerinin varlığı.

Örselenmelerle ilgili bilmemiz gereken ilk şey, ne kadar erken yaşta yaşanıyorsa ve ne kadar şiddetli ise o kadar zarar verici ve etkisinin kalıcı olmasıdır. Yani erken yaşlarda yaşanan istismarlar (fiziksel, cinsel, duygusal) en ağır etkiyi bırakıyor.”Bebektir/çocuktur hatırlamaz, unutur, büyüyünce geçer“ ne yazık ki doğru değildir. Çünkü travma duygusal ve bedensel olarak, tüm algısal deneyimleri ile (görme, koklama, işitme) beyne kaydedilir. Hatırlatma da bu düzeylerde gerçekleşir.

Görünmez örselenmeler:

Ebeveynin çocuklarını kendilik nesnesi olarak kullanmaları aslında bir şiddet türüdür. Ebeveyn-çocuk ayrışamaz, ikilinin duygu-dürtü-ihtiyaçları birbirine karışır. Bu genelde iyi/ilgili anne baba olmanın gereği gibi yansıtıldığı için çoğu zaman fark edilmez. Ebeveyn, kendisinin karşılanmayan çocukluk

ihtiyaçlarını (sevilme, ilgi görme, takdir edilme gibi) çocuk üzerinden karşılamaya çalışır. Sevilmek için çocuğun her istediğini yapmak, başarılı olması için zorlantılı bir şekilde uğraşmak (çocuğun yerine ödev yapmak, etkinlikten etkinliğe sürüklemek ) gibi.

Örselenmiş anne/baba, çocuğunu kurtarıcı olarak görebilir. Bu şekilde gene çocuğu kendilik nesnesi olarak kullanır. Ebeveyn çocuktan kendisinin kaygı, değersizlik, üzüntü gibi duygularını azaltmasını bekler. Çocuğun görevi, ebeveyni iyi hissettirmek ya da kötü hislerine konteynır olmaktır. Bazı ebeveynlerin, çocuklarının “kötü hissetmesine” karşı toleranslarının düşük olması aslında kendi duyguları ile çocuğun duygularını ayırt edememeleri ile ilgilidir. Kötü hisseden aslında ebeveyndir ve ayrışma sorunları nedeni ile ebeveynde empati eksikliği vardır bu yüzden çocuğun gerçek duygularını okuyamaz ve kendi kaygılarını çocuğa boca eder. Bir müddet sonra kaygı çocuğa aitmiş gibi gözükür aslında çocuk burada sadece konteynır görevi görmektedir. “Sorunlu hale gelen çocuk” dikkatin odağına yerleşerek, ikinci bir işlevi daha yerine getirir. Bu işlev, ebeveynin kendi duyguları, kayıpları ile yüzleşmesini engellemektir. Ebeveyn artık kendi sorunları (kaygıları) ile uğraşmak yerine, “sorunlu çocuk” ile uğraşmaya başlar. Bu yüzden çocuk terapisinde bir ilke olarak “sorunlu çocuk yoktur, sorunlu anne-baba vardır.” Gene iyi/ilgili ebeveyn görünümlü gizil ensest eğilimleri aslında bir istismar türüdür. Babanınmkızına/annenin oğluna , diğer aile üyelerini dışlayacak şekilde aşırı ilgi göstermesi ve bu ilginin karşılıklıbağımlılığa dönüşmesi. Eşlerin birbirleri ile değil, oğlu/kızı ile bir çift gibi davranması. Toplumumuzda “hayırlı evlat olarak görülen”, anneye aşırı düşkün erkekler (gezmeye eşiyle değil, annesi ile gidenler grubu) , dertlerini eşiyle değil annesi /babası ile eğer ebeveyn ise oğlu/kızı ile paylaşanlar, gelini ile rekabete girenler, bu duruma örnek olarak düşünülebilir. 

Aşırı baskı, çocuğun her şeyine karışma, kontrol etme, sürekli yasaklar koyma (ayıp/günah) bir başka örselenme nedenidir. Dindar ailelerin çocuk yetiştirirken düştükleri hatalardan biri dini yasakları/kuralları çocuk üzerinde bir baskı aracı haline getirmeleridir. Yasakların/kuralların din gibi güçlü bir kaynaktan geliyor olması, doğru yaptıkları /haklı oldukları inancını pekiştirebilir. Pedogoji bilmeden yapılan din eğitimi ne yazık ki çocukta örselenmelere neden olabilmektedir. Ayrıca din güçlü bir savunma aracı (patolojiyi örten) haline dönüşebilir. Kendi narsisitik arzularını ya da agresyonunu din üzerinden ifade etme mesela. Bazı hocaların cehennemi büyük bir iştahla anlatmaları, cemaati sürekli ceza ile korkutmaları, günahkarlıkla yargılamaları kendi agresyonlarının Tanrı adına dışarıya atılması olarak düşünülebilir. Onlar, hem tüm bu günahlardan kendilerini beri görüyorlar, çünkü günahkar olanlar “ötekileri”, hem de Tanrı ile özdeşleşip yargı dağıtıyorlar. Asıl cehennemin kendi ruhları olduğunun farkında olmamaları da aslında kamil insan olma noktasından ne kadar uzak olduklarını düşündürtüyor.

Kategoriler
Yazılarım

Aşırı Annelik (overmothering) / Küçük İmparator Çocuk

Aşırı annelik
Annenin (bakım verenin) bazen kendi hayatından vazgeçme pahasına, kendisini çocuğu üzerinden var etme çabası olarak tanımlıyorum. Aşırı anneyi, cocuğun hayatında fazlasıyla yer almasından tanıyabiliriz. Yanında olmadığı zaman bile zihinde hep çocuk vardır ya da sürekli çocuktan bahseder. Mükemmel çocuk yetiştirmek için uğraşır bu yüzden çocuğa çok fazla müdahale eder. Sanki annenin kendiliği çocuk ile karışmış gibidir. “Nasılsın? diye sorulduğunda, “iyiyim” yerine (çocuğu kastederek) ……… çok iyi” şeklinde cevap verecek hissi uyandırır. Aşırı anneyi (kaynaşmış versiyonunu) çocuktan bahsederken “biz” demesinden de ayırt etmek mümkündür; “Bugün çok ödevimiz var, okulda öğretmen kızmış bu yüzden çok üzgünüz.”
Aşırı annelik bir ayrışma sorunu mudur?
Erken yaşlarda, bebek/çocuk henüz dürtülerinin kontrolü altındadır. Bebeğin mottosu, haz varsa sürdür, acı varsa kaç denilebilir. Anne ve diğer bakım verenler, çocuğun dürtüselliğini düzenleme işlevini onun adına yerine getirirler. Bu ne demektir? Yeni doğan bir bebek acıkınca acı içinde ağlar, anne, sütü(ve şefkati) ile onun ihtiyacını giderir, bebek acıdan haz durumuna geçer. Fakat, annenin çocuğun her ihtiyacını anında karşılaması mümkün değildir. Süt hemen gelmez zaman zaman gecikir. Bu bebeğin beklemesini yani dürtüsünü(ya da hazzı) erteleyebilme becerisinin gelişmesini sağlar. İhmal edilen bebek için durumu sütün gelmediği, bebeğin tolere edemeyeceği kadar geciktiği ya da düzensiz geldiği (bazen çok süt, bazen az süt gibi) tanımlayabiliriz. Bu bebeklerin bağlanma sorunları yaşayacağı hatta büyüyünce kişilik patolojileri geliştirme ihtimalinin yüksek olduğunu az çok tahmin edebiliriz. Peki tersi durumda ne olur? Anne her an orada ve hazır bulunduğu durumda. Bebeğin ihtiyacını dile getirmesine(ağlamasına) bile fırsat vermeden çok süt veren aşırı annelik durumundan bahsediyorum. Süt vermek burada metaforik anlamı ile de kullanılmaktadır. Çocuğun önüne oyuncakları yığma, özel okullar/ dersler, kurslar, sürekli kıyafet almak, her dediğini yapmak, sınır koymamak yani çocuğu hayatın merkezine almak bir nevi sütü ihtiyacından fazla verme . Aslında iki bakım verme şeklinin de ortak özelliği temelde empati eksikliğidir. Aşırı anne de ihmalkar anne de bebekle/çocukla empati kuramamakta, onun gerçek ihtiyaçlarını ayırt edememektedir. Aşırı annelikte, anne bebekten ayrışamaz yani kendi ihtiyaçlarını, duygularını, dürtülerini çocuğa/bebeğe aitmiş gibi hisseder. Beslenme üzerinden gidersek, anne çocuğun yeterince beslendiğine bir türlü ikna olmaz çünkü doyup doymadığına baktığı çocuk değildir (çocuğun gerçekliğini görmez), odaklandığı kendi kaygısı, kendi çözümlenmemiş içsel meseleleridir. Aslında doyurulmaya çalışılan annenin içindeki çocuktur. Bu ikili ilişki içerisinde bebekte anneden ayrışamaz ve farklılaşamaz. Bebek kendi gerçekliğinden vazgeçer, annenin ihtiyaç duyduğu bebek haline gelir. Anne doymadığını düşünüyorsa, bebeğin kendi içsel referanslarına mesela bedeninin ne dediğine bakması, anneye itiraz etmesi , ayrışması, farklılaşması demektir yani anneye bebek sanki “anne ben sen değilim, ben farklıyım” demektedir. Bazı yetişkinlerin kendi içsel referanslarının olmaması, bedenini, duygularını, kendi ihtiyaçlarını fark edemeyecek kadar kendine yabancılaşmış olması ayrışma-bireyleşme problemlerini düşündürebilir. Eğer kendimin ne dediğini dinlersem, annemden farklılaşırım, bu şekilde hayatta kalmam mümkün değil. Bu yüzden kendi duygularımı bastırmalı, ihtiyaçlarımı inkar etmeli, düşüncelerimi ifade etmemeli hatta bedenimi dahi hissetmemeliyim. (Terapilerin iç görü ile ilerlediğini, tamda “gerçekte içte ne var” sorusuna cevap aradığını hatırlayalım). Yavaş yavaş kendine yabancılaşmanın tohumları ekilmeye başlar (gerçek kendilikten vazgeçiş).
Bebeğin farklılaşma çabaları anne için tehlikeli olduğunda, coşku ile desteklenmediğinde, bebek için de tehlikeli bir hal alır. Keyifle paten süren bir çocuk, annesinin yüzünde çocuğunun bu yetisinden keyif alan bir bakış yerine kaygı görürse, anne, panik ile düşeceğini, zarar göreceğini söylerse çocuk yavaş yavaş kendilik denemelerinden vazgeçer ve annenin istediği uslu çocuk haline gelir. Peki anne neden bebeğin kendisinden ayrışmasından bu kadar kaygı duyar? Bebekten ayrışamayan bir anne için (daha doğrusu annenin ayrışamayan bebeksi parçası için) ayrışmak ölüm gibidir. Ölüm dememden kasıt, bebek tamamıyla Ötekinin fiziksel ve duygusal bakımına muhtaçtır. Bebeği sadece fiziksel bakım eksikliği değil, sevilmemek, kabul görmemek gibi duygusal eksikliklerde öldürür. Belki bebeklerin bu kadar sevimli olması, sevmemenin mümkün olmaması bununla açıklanabilir. Kendi ayrışamayan-bireyleşemeyen anne çocuğa yapışır. Çocuğu ile kaynaşık yaşayan anne gerçekte çocuğunun onsuz yaşabileceğini görmek istemez. Okula yeni başlayan çocuğu için duyduğu kaygı belki de benden ayrı, kendi başına var olabiliyor yani artık beni terk edebilir (ayrışabilir) kaygısının bir ifade şeklidir. Çocuğunu bir müddet bırakması gereken bir annenin, çocuğunun ondan ayrılmak istememesinden gizliden gizliye keyif alması (hangi anne yaşamamıştır ki ) seyreltilmiş örneğidir.
Bebeğin gerçekte onun farklılaşmasına, dürtülerini, duygularını kontrol etmesine yardımcı olacak “yeterince iyi annelik” yerini ayrışması bireyleşmesi problemleri olan bir annenin bunu telafi etmek için çabaladığı aşırı anneliğe bir nevi mükemmel anneliğe bırakır. Anne saçını süpürge eder. Fakat bu tip fedakarlık aslında çocuğun gelişimini engeller. Mesela, Anne çocuğunun ona ihtiyacı olduğuna o kadar inanır ki (çünkü aslında kendisinin ihtiyacı vardır) çocuğun anne olmadan bir şeyler başarmasına müsaade etmez. Dışarıdan çocuğunu destekleyen bir anne gibi görünse de desteklediği yetiler, anne ile ayrışmadan yapabilmesine müsaade edilen yetilerdir. Çocuğun, kendi içinden gelerek yapmaya yeltendiği her şey, anne için aşırı kaygı verici bir hal alır (koruyucu annelik) . Proje çocuklar bir diğer örnektir. Görünürde her türlü yetisi desteklenen, gelişimleri bir plan dahilinde olan bu çocuklar tüm parlak görünümlerine rağmen, yetişkinliklerinde içsel olarak hep bir boşluktan ve anlamsızlıktan söz ederler yani gerçekte ebeveynlerini mutlu etme görevini üstlenmiş, fakat kendileri gerçekte mutsuz gene de ebeveynlerinin onayını kaybetmemek için mutluymuş gibi yapan çocuklardır.
Küçük İmparator Çocuk
Küçük İmparator Çocuk (Kral/Kraliçe Çocuk) ile aşırı ilgi odağı olan, ailenin maddi ve manevi kaynaklarının sınırsızca önüne serildiği, ebeveynlerinin tek “arzu nesnesi” haline gelen çocuğu kastediyorum.
Görüşme odamda karşılıklı iki koltuğum (yetişkin koltuğu) var. Bir aile odaya girdiğinde kimin nereye oturacağı daha ilk saniyelerden aile ile ilgili bir şeyler söyler. Küçük imparator çocuk bazen kendisi, bazen anne ya da babası tarafından yetişkin koltuğuna oturtulur, kendileri de çocuğun olması gereken yerde, sandalyede otururlar. Neden anne/baba otoritesini, haklarını çocuğuna teslim eder. Bu teslimiyet görünürde, özgüvenli bir çocuk yetiştirme arzusunun ya da çocuklarına olan sevginin, düşkünlüğünün bir tezahürüdür. Küçük İmparator çocukların bir kısmı ayrışma-bireyleşme sorunlarının sonucudur. Çocuk anne-babanın narsisistik bir uzantısıdır aslında. Anne baba rolü ise yetişkin bir roldür. Anne baba aslında yetişkin rollerini sandalyeye oturtmakla, koltuğu-iktidarı- narsisistik uzantılarına -yani çocuğa- teslim etmektedir. Tahta geçmenin bedeli ise çocuk için ağır olacaktır. Ebeveyn, ayrışmaktan kaygı duyduğu çocuğun ayaklarının altına adeta cenneti serer. Bunun için kendi otoritesini ve haklarını feda eder. Evde kararlar çocuğa göre alınır daha ileri boyutta kararları çocuk verir. Çocuğun haz odaklı dürtüleri doyurulur, acı, sıkıntı, üzüntü, hayal kırıklığı ya da zorlanma gibi duyguları hissetmemesi için her şey kontrol edilir (bu da çocuğun duyguları düzenleme yetisinin gelişmesini engeller, olumsuz duygular hisseden çocuk kendi kendisini yatıştıramaz, yetişkinliğinde duygularını düzenlemek için bir takım savunmalar geliştirir.) Çocuğun canının sıkılması, öfke, üzüntü gibi olumsuz duygular hissetmesi ebeveyni aşırı kaygılandırır, olumsuz duyguların ortaya çıkmaması için çocukla çatışmaya girilmez, her istediği yerine getirilir ve sürekli çocuğun kendisini iyi hissetmesi için uğraşılır. (Empati duygusunun gelişmesi için çocuğun üzüntü, acı, hayal kırıklığı, engellenme gibi duyguları deneyimlemesi gerekir. Aslında sürekli çocuğu iyi duygularda tutmaya çalışmak empati duygusunun gelişmesine de engeldir ) Bunun için çevrede kontrol edilmeye çalışılır. Sosyal medyada tebessümle izlediğimiz Pelin Su’ların, Can Berke’lerin hikayesidir bu. En son izlediğim parodide Can Atasun Berk, erken uyandığında huysuz olduğu için anneciği okul saatinin daha geçe çekilmesini talep ediyordu. Annenin talebi ne kadar gerçeklik ilkesinden uzak ve aslında narsisistik bir talep değil mi? Ayrışamamış ebeveyn, çocuğunu hayatın gerçekliğinden kopuk yetiştirir. Yani ebeveynin hayatının merkezinde olan ve her türlü dürtüsel, hazsal ihtiyacı karşılanan çocuk, gerçek hayatta da her şeyin onu merkezine almasını bekler. Yetişkin olmakta güçlük çeker çünkü dünyanın onu beslemesi gereken koca bir meme olmadığı gerçeğine hazır değildir. Yetişkin olmak, hayatın gerçeklik ilkesini benimsemek, kendi sorumluluğunu almak demektir. Küçük İmparator Çocuğun ne yazık ki gerçeklikle teması engellenmiş, tüm yollar o daha yürümeye başlamadan temizlenmiştir. Küçük İmparator hayatın gerçekliğinde yüzleştiğinde, gerçek hayatın örselenmelerine dayanamadığı (narsisitik incinme) zaman, yaşama karşı korku geliştirebilir.

Kategoriler
Yazılarım

Psikoterapi: Kendini Soru Haline Getirme

Psikoterapi: Kendini Soru Haline Getirme

Kedim yeni doğum yaptı. İlk günler, yemek yemek ya da tuvalet ihtiyacı gidermek için yavrularından ayrılma konusunda tereddüt yaşıyordu. Yavrularından uzaklaşıyor ama yarı yolda tekrar dönüp onları kontrol ediyordu. Anne yüreği işte nasılda korumacı… Geçen sosyal medyada önüme bir video düştü, köpek, kucağında çocuğu olan bir kadına saldırıyor, kadın çocuğu yere bırakıp kaçıyor, çevredekiler köpeği durdurup çocuğu kurtarıyor. (Bu arada çocuğu bırakan kadın, annesi değilmiş, ablası imiş) Videonun altı  “doğurmuş ama anne olamamış” yorumları dolu.  Kedim yavrularını terk edip gidebilirdi, bunu yaptığı için kimse “doğurmuş ama anne olamamış” demezdi herhalde.  İnsanı diğer canlılardan hatta evrendeki diğer her şeyden ayrı kılan şey nedir? İnsan bilinç sahibidir diyoruz, seçimler yapar, özgür iradesi vardır. Özgür irade bizi ahlaka ve hukuka tabi kılar aynı zamanda

Kedimin davranışıyla ilgili yaptığım “anne yüreği” yorumum gerçekte bir “anne yüreği “ mi acaba? Hayvanlar genlerine kodlanmış içgüdüleri ile hareket ederler. Yani ortada bir “anne yüreği “ yok sadece bir “yazılım” var. Hayvan yazılımına uygun hareket ediyor ve başka bir şekilde hareket etme konusunda da seçim yapma iradesine sahip değil.  Doğada yavrusunu terk eden, öldüren hayvanlarda gene belli bir yazılıma uygun şekilde hareket ediyorlar.  Ama insan özgür bir varlık ve bazı anneler çocuklarını terk etme seçimini yapabiliyor. Bu noktada şöyle bir itiraz yükselebilir. İnsan anneyi daha karmaşık bir hayvan olarak düşünebiliriz. Tamam, sırf içgüdülerden ibaret değil belki ama genetik, toplumsal, kültürel, psikolojik, nörolojik yapı ile kuşatılmış. Kimine göre bilinç ya da irade dediğimiz şey beynin ve sinir sisteminin gelişmiş fonksiyonlarından ibaret. Nöropsikolojide yapılan birçok araştırmada seçimlerimizi sinir sistemimizin belirlediği yönünde. Kişilik/kendilik bozukluklarının nöropsikolojisinden konuşuyoruz artık. Öyleyse tüm bunları insanı belirli seçimlere götüren bir yazılım olarak düşünebiliriz. Yani benim çocuğumu terk etme seçimim aslında özgür irademe değil, bahsettiğim yazılıma dayanıyor. Misal vücudumda yeterince oksitosin yoksa bebeğime yeterince bağlanamayabilirim ya da istismar dolu bir çocukluk geçirdiysem bir de üzerine bebeğimi uygun olmayan toplumsal şartlarda dünyaya getirdiysem gene terk edebilirim.  O zaman şu soruyu sormak isterim; eğer seçimlerim sadece bir yazılıma dayanıyorsa nasıl oluyor da ben seçimlerimin kaynağını sorgulayabiliyorum?  Yani seçtiğim şeyi, tekrardan gözden geçirmem, üzerine düşünmem seçimlerimin salt önceden belirlenmiş bir kayda bağlı olmadığını göstermez mi? Buna felsefeciler katlanmış bilinç diyorlar. Yani seçimimin üzerine bir katman çıkıp, onu bir soru konusu haline getirebiliyorum.

Bizi özgür kılan nedir? İsteklerimize göre mi yaşamak mı? Neticede isteklerimiz, duygularımız arzularımız ile kayıtlı olabiliyor ayrıca modern hayatta neyi istememiz gerektiğinin bombardımanı altında yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, rastgele yaptığımız seçimler, şartlara uyum sağlamak için yaptıklarımız, önceden belirlenmiş seçimler tüm bunlar tam olarak özgürlüğün zeminini dolduramıyor.  

Gerçekten özgür olduğumuzu varsayabilmek için insanın “gerçek kendilik bilincinin” olması gerektiğini düşünüyorum.  Gerçek kendilik, insanın kendisini kayıt altına alan iç ve dış gerçekliğin farkında olmasıdır. Yani kendini tanımasıdır. İçe yönelmesi, bilinçli farkındalık geliştirmesidir.  Bu acı verici bir süreçtir. Çünkü gerçek kendiliğin zıttı olan “sahte kendilik”  acıdan ve kaygıdan kaçmak için kendi duygu ve düşüncelerinin sorumluluğundan da kaçmak demektir. Sahte kendilik de beraberinde acı ve kaygı getirir fakat bu acı ve kaygının temeli özgürlüğe değil, kişinin kendisinden kaçmak için kullandığı savunmalara dayanır. En basitinden kişi kendi seçimlerini sorgulamak ve kendi acısına bakmak yerine, acısından “ötekini” sorumlu tutar. Ötekinin sorumlu olduğu bir şeyi değiştiremezsiniz.  Değiştiremediğiniz zaman da buna “kader” dersiniz ve hayatınızda, ilişkilerinizde sürekli tekrar eden “kader motiflerinin” aslında sahte kendiliğin kayıtlarının tekrarı olduğunu anlayamazsınız. Kişi, sahte kendiliğini kayıt altına alan yazılımına uygun tercihlerin döngüsüne girer.  Yani gerçekte özgür değildir.

Psikoterapi insanı özgür kılar. Çünkü psikoterapi seçimlerimizi, deneyimlerimizin üzerine çıkmamıza ve bunları soru haline getirmemize imkan kılar. İnsan,  kendi üzerine düşünebilen ve bunu dile dökebilen tek canlıdır. İçine yönelerek kendisinin hikayesini anlatabilir. Anlatmak aynı zamanda şifa vericidir. Anlatmak kapalı bir sitemi dışarıya açar, bu konuda profesyonelleşmiş kişiler yeni girdilerle bu hikayenin işlevsiz kalan, kişiyi hapseden öğelerden kurtulmasına yardımcı olur.  Psikoterapi bu yüzden iki kişiliktir yani kendinize terapi yapmanız çok zordur.  Yazılımımız ne yazık ki kendine karşı kördür, çoğu zaman da kapalı bir sistemdir. En basitinden, yazılımımız başkalarındaki tuhaflıkları hemen fark ederken, kendimizdeki tuhaflıkları kolay kolay fark etmez. Bu yüzden ötekini, bazen kendimizden daha iyi tanırız. Zihnimiz hem hapishanemiz hem de özgürlük anahtarımızdır. Bu hapishaneden çıkış anahtarı ise kendi üzerimize düşünmek, kendi içimize düşmek ve bunu dile getirmektir. Psikoterapi “kendini soru haline getirmektir” bu sorunun cevabının aradığı iki kişilik bir yolculuktur.
Kategoriler
Yazılarım

Terapi hakkında mitler

Travma

EFSANE: Bir terapiste ihtiyacım yok. Kendi sorunlarımı çözecek kadar akıllıyım.

GERÇEK: Hepimizin kör noktaları vardır. Zekanın bununla hiçbir ilgisi yoktur. İyi bir terapist size ne yapacağınızı veya hayatınızı nasıl yaşayacağınızı söylemez. Size ayna tutacak ve daha iyi seçimler yapabilmeniz için kendiniz hakkında fikir edinmenize yardımcı olacaktır.

EFSANE: Terapi çılgın insanlar içindir.

GERÇEK: Terapi, bir yardım eline ihtiyaçları olduğunu fark edecek kadar öz farkındalığı olan ve daha özgüvenli ve duygusal olarak dengeli olmak için araç ve teknikleri öğrenmek isteyen kişiler içindir.

EFSANE: Terapistlerin tek konuşmak istedikleri benim ailemdir.

GERÇEK: Aile ilişkilerini araştırmak bazen yaşamın ilerleyen dönemlerindeki düşünce ve davranışları netleştirebilse de, terapinin tek odak noktası bu değildir. Birincil odak, değiştirmeniz gereken şeydir – yaşamınızdaki sağlıksız kalıplar ve semptomlar. Terapi, anne babayı suçlamak ya da geçmişe takılıp kalmakla ilgili değildir.

EFSANE: Terapi ben merkezli, şikayet edip, sızlananlar  içindir.

GERÇEK: Terapi zor bir iştir. Şikayet etmek sizi çok uzağa götürmez. Terapide ilerleme, kendinize ve yaşamınıza yakından bakmaktan ve kendi eylemlerinizin  sorumluluğunu  almaktan geçer. Terapistiniz size yardım edecek olsa da sonuçta işi yapan kişi sizsiniz.

Kategoriler
Yazılarım

ilaç mı  terapi mi ?

psychological-concept-human-thinking-brain

Her gün bir hap alarak sorunlarınızı çözebilme düşüncesi kulağa çekici gelebilir. Keşke o kadar kolay olsaydı! Zihinsel ve duygusal sorunların birden çok nedeni vardır ve ilaç tedavisi tek başına köklü  bir tedavi olmayabilir.

İlaç bazı semptomları hafifletmeye yardımcı olur ancak yan etkileri de vardır. Ayrıca, “büyük resim” sorunlarını çözemez. İlaçlar ilişkilerinizi düzeltmez, yaşamınızla ne yapacağınızı anlamanıza yardımcı olmaz veya neden sağlıksız seçimler yapmaya devam ettiğiniz konusunda size fikir vermez.

Rahatsız edici duygu ve düşünceler genellikle tedavi sürecinin bir parçası olarak ortaya çıktığından, terapi zaman alıcı ve zorlayıcı olabilir. Bununla birlikte, terapi, semptomların giderilmesinin ötesinde uzun süreli faydalar sağlar. Terapi size hayatınızı dönüştürmek için araçlar sunar – başkalarıyla daha iyi ilişki kurmak, kendiniz için istediğiniz hayatı inşa etmek ve yolunuza çıkan her türlü zorlukla başa çıkmak için.

Kategoriler
Yazılarım

Terapi ve danışmanlık nasıl yardımcı olur?

ÖĞRENCİ DANIŞMANLIĞI
 Terapi ve danışmanlık nasıl yardımcı olur?

Terapi, bir dizi zihinsel ve duygusal sorun için etkili bir yöntemdir.  Destekleyici bir kişiyle düşünceleriniz ve duygularınız hakkında konuşmak genellikle kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlar. Endişelerinizi dile getirmek veya zihninizi meşgul eden bir şey hakkında konuşmak başlı başına  iyileştiricidir. 

Yakın arkadaşlarınıza ve aile üyelerinize sorunlarınız hakkında konuşmak çok yardımcı olsa da, bazen çevrenizdeki insanların sağlayamayacağı bir yardıma ihtiyaç duyarsınız. Ekstra desteğe, dışarıdan bir bakış açısına veya bazı uzman rehberliğine ihtiyacınız olduğunda, bir terapist veya danışmanla konuşmak yardımcı olur.  Arkadaşların ve ailenin desteği önemli olsa da, terapi farklı bir ilişki türü içerir. Terapistler, problemlerinizin kökenine inmenize, duygusal zorlukların üstesinden gelmenize ve hayatınızda olumlu değişiklikler yapmanıza yardımcı olabilecek, profesyonel olarak eğitilmiş dinleyicilerdir.

Terapiden yararlanmak için bir akıl sağlığı sorunu teşhisi konmuş olmanız gerekmez. Terapideki birçok insan, örneğin ilişki sorunları, iş stresi veya kendinden şüphe duyma gibi günlük kaygılar için yardım arar. Bazıları ise boşanma, kayıp gibi zor zamanlarda terapiye başvururlar.

Kategoriler
Yazılarım

Terapiden fayda sağlamak için neler yapmalıyım?

Terapiden ne elde etmek istediğinizi anlayın. Çevrimiçi terapiye başlama hedefleriniz konusunda ne kadar net olursanız, ilerlemenizi ölçmek ve süreçten en iyi şekilde faydalanmanız o kadar kolay olacaktır. Örneğin, belirli bir psikolojik sorununu ele almak için yardım arıyor olabilirsiniz veya hayatınızın işe yaramayan belirli bir yönü ile mücadele ediyor olabilirsiniz. Sebepleriniz ne olursa olsun, bunları terapistinize ilettiğinizden ve birlikte olduğunuz süre boyunca ele alındığından emin olun.

Terapistinize karşı açık ve dürüst olun. Terapi sırasında rahatsız edici veya acı verici duyguların ortaya çıkması yaygındır. Kendinisi mümkün olduğunca açın ve duygularınızı terapistinizle paylaşın. Bir şey hakkında konuşmak çok zor geliyorsa, bunu terapistinize bildirin. Ne kadar açık ve dürüst olursanız, terapistiniz size o kadar iyi yardımcı olabilir.

İşe koyulmaya hazır olun. Çevrimiçi terapi, haftada bir kez konuşmak için oturum açmaktan fazlasını gerektirir. Bir danışman, seanslar arasında yapmanız için size ödev verebilir veya gerçek dünyadaki durumlarda teknikleri denemenizi isteyebilir. Deneyimden en iyi şekilde yararlanmak için zaman ve çaba harcamaya hazır olun. Ve kendinizi sık sık terapi seanslarını atlarken bulursanız, kendinize nedenini sorun ve bunu terapistinizle tartışın.

Evde dikkat dağıtıcı şeyleri sınırlayın. Kendi evinizin rahatlığında bir profesyonelle konuşmak rahat olduğu kadar bölünmeye de müsaittir- çocuklar, diğer aile üyeleri, gürültülü komşular, telefon görüşmeleri çalan kapı gibi. Terapi için evinizin en sessiz olduğu bir zaman seçin, diğer aile üyelerinden sizi rahatsız etmemelerini isteyin, telefonunuzu kapatın ve diğer uygulamaları sessize alın.

Hızlı ve güvenilir bir internet bağlantınız olduğundan emin olun. Seanslarınız bağlantı veya bilgisayar sorunları nedeniyle sık sık kesintiye uğrarsa, terapi süreciniz zarar görecektir. İnternet hızınızı yükselterek veya kullandığınız yazılımı veya uygulamayı güncelleyerek yaşadığınız tüm teknik sorunları giderin.

Kategoriler
Yazılarım

Terapi Ne Kadar Sürer?

Terapi Ne Kadar Sürer?

Bu kişiden kişiye değişir. Bazı danışanlar birkaç seanstan sonra kendilerini daha iyi hissederken, bazılarının ruh sağlıklarını yönetmek için yıllarca veya ömür boyu psikoterapi seanslarına ihtiyacı olabilir. Olumlu sonuçları görmek için danışanların nihayetinde bir sorunları olduğunu anlamaları, değişim ihtiyacını tanımaları ve uzman tarafından önerilen tedavi planını takip etmeleri gerekir. Psikoterapi görmüş kişilerin yaklaşık %75’inin bundan fayda sağladığı gösterilmiştir. Bir terapi seansı en az haftada bir yapılır. Hafta da birkaç kez yapılan daha yoğun terapiler de mevcuttur. 

Terapi Seansı Ne Kadar Sürer?

Bir terapi seansı 40 dakika ile 1 saat arasında değişir. Bununla birlikte bazı seanslar, kullanılan yönteme göre (hipnoz, EMDR seansları gibi) daha da uzun olabilir. Genelde ilk seans için süre belirlenmez. Daha sonraki seansların süresi için bir çerçeve belirlenir.

dini sohbet sohbet islami sohbet muzik indir