Kategoriler
Yazılarım

İstemem Oldurur Mu? Büyüsel Düşünceden Gerçekli̇ğe


Bebek, doğumundan sonraki ilk aylarda kendisini anneden ayrı bir varlık olarak deneyimlemez. Yani “ben” ve “öteki” arasındaki sınır henüz çizilmemiştir.
Bunu “ayrışma” kavramıyla açıklayabiliriz. Örneğin, bebek acıktığında açlık onun için dayanılmaz bir rahatsızlıktır. Acıktığında tüm bedeni kasılarak ağladığına çoğumuz şahit olmuşuzdur. Hatta aynı tepkileri veren bir yetişkin görsek, çok ciddi bir sorun yaşadığını düşünürdük. Derken bir “mucize” gerçekleşir: Ağzından boğazına yayılan sütün sıcaklığıyla huzur ve mutluluk gelir.
Bu noktada bebek henüz anneden ayrı bir varlık olduğunu bilmediği için, “Annem geldi ve beni doyurdu” demez. Onun deneyimi daha çok şöyledir: “Ben istedim ve doydum.” Elbette bebek böyle bir iç konuşma yapmaz; bu, onun psikolojik yaşantısının ifadesidir. Bu kendi kendine yetme durumu, tümgüçlü (omnipotent) fantezi olarak adlandırılır. Aynı zamanda büyüsel düşüncenin de kökenidir.
Çocukların masalları ilgiyle dinlemesi de bu nedenle şaşırtıcı değildir. Masallarda üç dilek dilersiniz ve bu gerçekleşir; çocuk için “dilemek yeterlidir.” Ancak gelişimsel süreç sağlıklı bir biçimde ilerlediğinde bu illüzyon kırılır ve gerçekçi düşünce ortaya çıkar: “Ben istiyorum ama öteki karşılıyor. Bazen hemen olmuyor, bazen şartlara bağlı ve bazen de hiç gerçekleşmiyor.” Bebek (ya da artık çocuk) öğrenir ki, düşünmek ve istemek tek başına yeterli değildir. Kendi arzularımızdan bağımsız bir dış dünya ve ötekinin arzusu vardır.
Fakat bu tümgüçlü düşüncenin izleri yetişkinlikte de görülür. Freud, obsesif kişilerin düşünce ile dış dünyayı etkileyebileceğine dair yanılsama içinde olduklarını söyler. Örneğin, çocuğunun başına kötü bir şey geleceğini takıntılı şekilde düşünen bir kişi, bilinçdışında bu düşüncesi nedeniyle böyle bir gerçeği yaratabileceğine inanır. Bu yüzden kaygılanır, tedbirler alır ya da suçluluk hisseder.
Günümüzde ise bu inanç popüler kültürde, kişisel gelişim akımlarında daha “pozitif” bir görünümde yeniden karşımıza çıkar:
• “Başarmak için istemen yeter.”
• “Enerjini yüksek tut, bolluk sana gelir.”
• “Aklından ne geçerse hayatına onu çekersin.”
• “Kötüyü çağırma, olur.”
• “Mutluluk sadece düşünce gücüyle elde edilir.”
“Çekim yasası”, “evrene dilek gönderme”, “manifestation” ve benzeri popüler yaklaşımlar, düşüncenin veya niyetin doğrudan evreni etkilediği iddiasına dayanır. Bazıları hastalıkların tamamen düşünce ve enerjiyle tedavi edilebileceğini bile öne sürer. Bu tür inançların temelinde, çocuklukta yaşanan tümgüçlülük fantezisinin kalıntıları yatar.
Bu söylemleri tehlikeli kılan şey, bilimselmiş gibi pazarlanmalarıdır. Oysa sahte bilim, bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasıyla, yanlış sebep-sonuç ilişkileri kurulmasıyla ve karmaşık süreçlerin tek bir cevaba indirgenmesiyle ortaya çıkar.
Elbette olumlu düşünmek motivasyonu artırabilir, enerjimizi yükseltebilir. Ancak bu her zaman mümkün değildir ve sürekli pozitif düşünmeye çalışmak kişiyi gerçeklikle yüzleşmekten ve sorunlarını çözmekten alıkoyabilir.
Örneğin kanser hastasının iyileşeceğine inanması, olumlu düşünmesi tedavi sürecini destekleyebilir. Ancak düşünce yoluyla kanserin iyileştiğini gösteren bilimsel bir veri yoktur. Benzer şekilde, “kötüyü düşünürsen başına gelir” inancı da evrene gönderilen negatif enerjiyle değil, daha çok kendini gerçekleştiren kehanet olgusu ile açıklanabilir. Yani kişi, farkında olmadan olumsuz düşüncesine uygun davranışlarda bulunarak o sonucu kendisi hazırlayabilir.

Kategoriler
Yazılarım

İnsan Doğası Üzerine: Biz Neye İnanıyoruz ve Bu İnanç, Nasıl Bir Dünya Kuruyor?

Çiğdem Karakuş

Marshall Sahlins’in “Batı’nın İnsan Doğası Yanılması” kitabında Giovanni Pico della Mirandola ait şöyle bir pasaja denk geldim. Tanrı Adem’ e der ki, “ Diğer bütün mahlukların doğası bizim koyduğumuz yasalar çerçevesinde belirlendi ve sınırlandırıldı. Sen ise aksine bu sınırlamalardan azade kılındın. Sen, senin gözetimine verdiğimiz özgür iradenle kendi doğana mahsus özellikleri bizzat oluşturabilirsin. Seni ne cennete ne dünyaya ait,  ne ölümlü ne de ölümsüz bir mahluk olarak yarattık ki kendi varlığının özgür ve onurlu bir şekillendiricisi olarak istediğin gibi kendine şekil verebilesin. Daha aşağı vahşi yaşam biçimlerini alçalmak veya tekrar ilahi yaşam olan daha üst mertebelere yükselmek senin elinde olacak”. Pico’nun bu görüşlerinin yer aldığı eser Rönesans’ın “manifestosu”  olarak kabul ediliyormuş.  İnsanın doğasına ne salt iyi ne de salt kötü olarak bakmak yerine, içinde taşıdığı potansiyele dikkat çeken ve insanın kendisini inşa edebileceğine dair idealizm taşıyan Pico, Rönasans’ın bireysel aydınlanma ruhunu yansıtıyor gözükmekte.  Pico acaba Müslüman düşünürlerden ne kadar etkilendi. Muhtamelen, İbn Sina, İbn Rüşd ve İbn Arabi’nin fikirlerini dolaylı olarak tanıyordu. Hristiyanlık, insan doğasının asli günah (original sin) kavramı ile bozulmuş ve kendi başına iyiye yönelemeyeceğini söylerken – burada bir ara parantez açarak kapitalizmin dini olan Protestanlığın insan doğasını tamamen yozlaşmış gördüğünü vurgulamak isterim-Pico, Kur’an’ın fıtrat kavramına daha yakın durmaktadır. Kur’an İnsanın doğasının iyiliğe eğilimli olduğunu belirtir. İnsan yönelimleri-seçimleri ile meleklerden üstün bir makama ulaşabileceği gibi hayvandan daha aşağı bir seviye düşebilir. Pek çok Müslüman düşünür de insanın kendisini inşa edebileceği görüşündedir. Bu anlamda, insan sorumlu ve özgür bireyler olarak görülür.

Pico’nun iyimserliği ne yazık ki  “İnsan, insanın kurdudur.” (Homo homini lupus)  düsturuna yenilmiş gözüküyor. Hobbes’un “doğuştan bencil ve tehlikeli” insanı nasıl kutsanabilir. Burada gene Sahlins’in kitabında geçen bir pasaja atıf yapacağım. “ Ahlaki yozlaşma kendi çıkarını gözeten riyakarlıkla birleşmiş ve öyle bir boyuta ulaşmıştır ki kelimeler anlam değiştirerek şimdi kendilerine verilen yeni anlamları yüklenmek durumunda kalmıştır”.  Bu, insan doğası  kötü ise ve insanın kendini inşa etme imkanı yoksa o zaman anlamları değiştirerek  insanı inşa etmek mümkündüre  çevrilebilir .  Evet insan bencildir fakat durum bu o kadar da kötü bir şey olmamalı, bu serbest piyasa ekonomisinin temelidir neticede. Herkesin, bencilce kendi çıkarını düşündüğü bir piyasada muhakkak denge kurulacaktır. Artık,  “başarılı olduktan sonra her yol mubah”, “hak ettiler ve kazandılar”, “yapabiliyorsan güçlüsün, güçlüysen haklısın”, “istediğin her şeye sahip olmayı hak ediyorsun”  yeni anlamlar olarak kelimelerin ruhuna sinmeye başlamıştır. Doğal çıkar “bireysel özgürlük” olarak en yüksek ahlaki değer haline gelirken, toplumsal ahlak neredeyse ahlaksızlık mertebesine indirilmiştir.

Kapitalizmin de temellendiği , baskın  gelen batı düşücesinde insan, doğuştan kötü ve bencildir. İnsanın kötülüğünü  zaptu rapt altına almak, önceleri kilisenin sonraları devletin görevi iken günümüzde “bırakın yapsınlara” evrilmiştir. Birey kendisini çevreleyen kötülük ile baş etmek yerine, kendisine yönelmeli (benmerkezcilik) ve öz tatmini ahlaki bir konum olarak başköşeye oturtmalıdır. İnsan “baştan çıkarılan”dır artık. İyi olması demek, bencilce arzularının serbest piyasa ekonomisi içerisinde en yüksek verimle dengede tutulması ve sürekli tüketmesi demektir. İnsan, tekrar tekrar kelimelere yüklenen çarpık anlamlarla yıkılmalı ve tekrar tekrar kurulmalı ki tüketim sonsuza kadar sürsün.  

İnsan doğasının iyiliğe meyilli, ama aynı zamanda nefsine yenilme potansiyeli taşıyan bir varlık olarak görmek, kendini inşa edebileceğine inanmak farklı bir dünya kurmamızı sağlayabilir. Böyle bir dünyada, toplum ve çevre, insanın fıtratının yani iyi olma potansiyelinin açığa çıkmasına imkan verecek şekilde yapılanma imkanına sahip olabilir.  Devletin en asli vazifesi, insanın potansiyelini açığa çıkaracak bir düzeni sağlamak olur, eğitimden, mimariye, ekonomiden toplumsal düzene kadar her şey insan doğasının iyi olmaya meylini artırmayı hedeflerdi.  Son olarak, biz neye inanıyoruz? sorusunun cevabını,   kurduğumuz dünyaya bakarak verebiliriz.

Kategoriler
Yazılarım

ADOLESCENCE  DİZİSİ ÜZERİNE

Adolescence dizisi ile benzer temada olan “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” filminde Kevin karakteri Jamie’ye göre bir hayli şeytani bir karakter olarak işlenmiştir. Bir psikopatın doğuşunu anne ile ilişkisi üzerinden okuruz. Anne, özgür, sanatçı ruhlu, neşeli bir kadınken, Kevin’a hamile kalmış ve bu nedenle evlenmek zorunda kalmıştır. Annesi ile Kevin arasında çok güçlü bir bağ vardır fakat bu bağın özelliği Kevin tarafından zekice kontrol ediliyor ve kötücül bir karakter taşıyor olmasıdır. Rahme düşerek annesinin hayatını mahvetme görevini üstlenmiş olan Kevin, kendisini duygusal olarak kabullenememiş annesinin, hayatındaki tek kişi kalana kadar, istenmemenin öcünü alacaktır.  Filmde psikolojik faktörler başat durumdadır ve yapbozun parçalarını birleştirmek nispeten kolaydır.  

Adolescence dizisi ise daha şok edici bir şeylere sahiptir. Bunun nedeni, ilk olarak olayın güvenli alan olarak gördüğümüz çocuğun odası merkezli olmasıdır. Daha açıklayıcı bir ifade ile tetikleyici olaylar dijital ortamda gerçekleşmektedir. Çocuğun güvenli odası, bilgisayar aracılığıyla güvensiz bir dünyanın istilası altındadır bu dünyanın ayrı yasaları hatta bir dili vardır. Yetişkinler bu dilden habersizdir. İlk şok buradan gelmektedir.  İkinci neden, okulların gene çocuklar için güvenli bir alan olmadığı bilakis zorbalığın sürdürüldüğü, yetişkinlerce düzen ve disiplinin sağlanamadığı, kaotik bir ortam olmasıdır. Bu şoku gene olan bitenden habersiz bir yetişkin üzerinden hissederiz. Polis memurumuz, her sabah karın ağrısı nedeni ile okula gitmek istemeyen oğlunun aslında okulda uğradığı zorbalığı fark eder.   Sonuncusu ise bence en sarsıcı olan nedendir;  Jamie iyi bir ailede yetişmiş gözükmektedir.  Baba iyi bir babadır. İyi bir baba olmak için yapması gerekenleri yapmıştır gene de ondan Jamie gibi bir çocuk olmuştur. Çocuk yetiştirmeyle ilgili bildiklerimiz, bize anlatılanlar, umduğumuz yere ulaştırmayabilmektedir. Bu aileden, bu anne babadan bu çocuğun çıkması normaldir netliği bozulmakta, bizim gibi bize benzer bir aileden bu çocuk çıkabilir belirsizliğine dönüşmektedir.

Adolescence dizisinin kahramanı Jamie  ağırlıklı, siber zorbalık, okul zorbalığı, incellik gibi faktörler bağlamında ele alınmaktadır. Psikolojik gelişimi ise baba ile ilişkisi üzerinden anlatılır. İlk etapda  Psikoloğun babanın öfke problemine dikkat çektiği sahnelerde Jamie’nin öfkelenmesi ve bunu red etmesi “baba gerçekten çok öfkeli biri olmalı ve belki de şiddet bu çocuğun hayatının olağan parçası” diye düşündürtse de, dizide bu konuda bir ters köşe vardır. Baba nazik, ailesini desteklemeye çalışan iyi bir babadır. Hatta son bölümde aile için dış çevre o kadar zorlayıcı ki, bu kadar zorlanmaya rağmen baba öfkesini bir hayli iyi yönetmektedir. Babanın öfke nöbetleri geçirdiği sahnelerde, bir çok insan onunla kolayca empati kurabilir. Baba bir tekniker, kaslı, sportif, her türlü sporu izleyen maskülen özelliklerin ağır basan bir erkektir.  Jamie ise fiziksel olarak zayıf, parlak pürüzsüz bir cilde sahip, seyirciye  göre  sevimli bir yüzü olmasına rağmen kendisini  çirkin bulmaktadır. Sporda o kadar beceriksizdir ki  psikoloğa bir maçta babasının onun beceriksizliği karşısında hissettiği utancı saklamak için yüzünü çevirdiğine dair bir anı anlatır. Aynı anıyı son bölümde babanın ağzından da dinleriz. Jamie babası gibi bir “erkek” olamamanın acizliğini hissetmekte ve tıpkı babasının ondan utanması gibi kendinden utanç duymaktadır. Erkek şiddetinin altında yatan temel duygulardan biri işte bu utançtır. Utanç duygusu, incelik kültüründe yer alan %20 ye %80 mevzusu ile tekrar gündeme gelir.  Psikolog, Jamie’ye ölen kızdan hoşlanıp hoşlanmadığını sorar. Jamie bu kızdan gerçekte hoşlanmamaktadır sadece son zamanlarda oğlanların ellerinde gezen fotoğrafları yüzünden alay edilen ve zorbalığa uğrayan bu kızın kendisini reddedemeyecek kadar aciz olduğunu düşünmektedir. Fakat işler düşündüğü gibi gitmez, Jamie reddedilir ve kız onunla sosyal medya da alay eder. Zorbalıkta roller çok çabuk değişmiştir. Madur olan kız artık zorba haline gelmiştir. Roller tekrar değişecek madur olan Jamie, bir katile dönüşecektir. Psikologla olan konuşmalarında kızın ne kadar zalim ve zorba olduğunu anlatır, ölümü hak etmemiştir – gerçekte hak ettiği şey ölüm olmuştur – fakat sanki bir ölü hakkında değil de hala kavga ettiği biri hakkında konuşuyor gibidir. Psikolog, Jamie’ye ölümü anlayıp anlamadığını sorar, bahsettiği kızın ölmüş olduğunu hatırlatır. Jamie bir insanın ölmüş olmasının ne anlama geldiğini bilişsel olarak kavrayacak zekaya sahiptir lakin empatik  yetersizliği psikolog için bile zorlayıcı olmuştur.  Bir yandan, ağlayan, sıcak çikolatasının içine atılan şekerlemelere sevinen, korkudan altına işeyen, babası için endişelenen, evini isteyen Jamie’de çocukluğun tüm masumiyetini görürken,  psikologla olan sahnede zaman zaman masum çocuğun manipülatif, öfkeli, kontrol edici bir “erkek” e dönüştüğünü görürüz. Psikolog katille karşılaşmış ve korkmuştur. Jamie güçlü kanıtlara rağmen aylarca masum olduğunu söyler ve vahşice işlediği cinayetle ilgili tek bir pişmanlık belirtisi göstermez. Dizide her ne kadar çocuğun neden cinayeti işlediğinin cevabı verilmese de, ağırlıklı siber zorbalık, okul zorbalığı, incellik gibi sorunlara dikkat çekilir.

Kategoriler
Yazılarım

KENDİNİ BİLMENİN BİLGİSİ

Psikolog Çiğdem Karakuş
“Kendini bil” kadim bir emir olarak zihinlerimizde yer etmiştir. Kendimizi, başkalarının bizi bildiğinden daha iyi bildiğimizi varsayarız. Neticede kendimiz hakkındaki bilgiyi, doğrudan erişim ile elde ederiz. Bununla birlikte, sizi tanımak isteyen biri, bir dizi özellik seçmenizi istediğinde, cimri misiniz, cömert mi? korkak mısınız, cesur mu? gb. olmak istediğiniz versiyonunuzu doğrulayacak şekilde cevap verme olasılığınız yüksek olacaktır; Cömert ve cesurum. Öte yandan yakınlarınız cimriliğinizden şikayetçi olabilir. İnsanlar genellikle başkaları hakkında, kendileri hakkında olduğundan daha isabetli tahminlerde bulunurlar. Yapılan bir araştırmada bir grup üniversite öğrencisinden, tezlerinin ne zaman biteceğini tahmin etmeleri istenir. Sonuç olarak, öğrencilerin tahminleri çok yanlış çıkar. Araştırmacılar, ek olarak her deneğin oda arkadaşından deneğin tezini ne zaman bitireceğini tahmin etmesini istediklerinde,  oda arkadaşları gayet isabetli tahminlerde bulunurlar. İç dünyama doğrudan erişimim var fakat dolaylı erişimi olan kişiler-genellikle sizin davranışlarınızı gözlemleyerek bunu yaparlar ve davranışlarınızdaki tutarlılık/tutarsızlık onların bir hayli dikkatini çeker- kadar kendim hakkında isabetli bilgiye sahip olamıyorum.
Kendim hakkında daha iyimserim diyebilirim belki de biraz kendimi yüceltiyorumdur. Sosyal kabul için gerekli olan özellikler söz konusu olduğunda kendimin daha iyi bir versiyonuma inanmam daha avantajlı gözüküyor diyebilirim. Netice de kendine inanmayan birine kim inanır ki! Kendimi kandırabiliyorsam, başkalarını hayli hayli kandırabilirim. Gerçekten cömert ve cesurum. Başkalarını tanımak ve tahmin etmekle, kendimizi tanımaktan daha çok ilgileniyor gözüküyoruz. Bununla ilgili evrimsel psikoloji şöyle bir yorum yapar: beraber avlandığın kişinin ne kadar cesur olduğunu tahmin etmen, kendi cesaretini tahmin etmenden daha hayatidir. Seni avın ortasında kızgın bir avla baş başa bırakıp kaçma ihtimalini bilsen iyi olur. Yeterince cesur mu? Yoksa sadece cesur olduğuna dair hikayeler anlatan biri mi? Böyle bir durumda kendini tahmin etmen öncelikli değildir. Ayrıca, her an karar verebiliyor olman tahmin etmeni de gereksiz kılar. İş yerinizdeki kişilere, iş performanslarını nasıl değerlendirdiklerini sorun. Büyük bir kısmı kendisi olduklarından çok daha iyi değerlendirecektir-kendiniz de dahil. Kendime, ilişkilerime dışarıdan bir gözle bakmak kendini bilme yönünde önemli bir adım olabilir.
Kendimi bilmek için kendimle ilgili hangi tür bilgiyle ilgilenmeliyim. Doğru bilgi mi? tutarlı bilgi mi? yoksa olumlu bilgi mi? İnsanlar otomatikman olumlu bilgi ile ilgileniyor gözükmektedir. Biraz pohpohlanmak herkesin hoşuna gider. Üstelik bu bilginin tutarsız olduğunu bilsek bile görmezden gelebiliriz. Evrimsel psikologlar, tutarlılık beklentisinin daha çok kültürel bir beklenti olduğunu, kişinin başkalarından tutarlılık beklerken, kendisi ile ilgili böyle bir beklentisinin çok da olmadığını idea ederler. Bu şöyle de ifade edilebilir; hiçbir ceylan, aslana, “geçen hafta önünden geçmiştim ve sen bana saldırmamıştın, tutarsız davranışın yüzünden şu an pençendeyim” diye hesap sormaz. Bu hesap sadece insanlar arasında sorulur. Başkalarına yönelik tutarlı davranma talebimiz belirsizliği ortadan kaldırsa da kendimize yönelik böylesi güçlü bir beklentimiz yoktur çünkü her ana karar verebiliyor olmamız, gelecekte ne yapacağımızı bilmemize gerek bırakmaz. Bununla ilgili gündelik hayatımızdan pek çok örnek bulabiliriz. Trafik de kural ihlali yapan kişilere kızarız fakat kendimiz aynı ihlali yaptığımızda –tutarlılık, kendimizi de ayıplamamızı gerektirir- bu çok önemsiz görünür. Neticede” kimse kurallara uymuyor” olur ama biz o “kimse”nin olduğu gruptan değilizdir. Kendimizle ilgili tutarsız bilgiyi görmezden gelme eğilimimiz, daha çok kendimizle ilgili inançlarımızı pekiştirecek, doğrulayacak bilgilerle ilgilenmemiz ile alakalıdır. Cesur ve cömert olduğuma eminim çünkü hayat hikayem de bu bilgiyi doğrulayacak pek çok veri var. Kendimi bilmek için demek ki biraz biyolojimi aşmalı, kültürel olan yönümü geliştirmeliyim. Biyolojim, tutarlı olmamı talep etmese de daha çok zihinsel, duygusal çaba harcayarak kültürel olana tutunmalı, kendimle de tutarlı olmak için mücadele etmeliyim. Kendi inançlarımı doğrulayacak bilgileri seçtiğim kadar, görmezden geldiğim bilgilere de dikkat kesilmeliyim. Biraz zahmetli.

Kendimiz hakkında, gerçekte olduğumuzdan daha olumlu bilgi ile ilgileniyor olmamız, yani kendimizi yüceltmemiz, “kendini bil” emrine en aykırı bilgi türü olabilir. Burada kişisel gelişimcilere bir selam çakmadan geçemeyeceğim. Hem kendini bil deyip, hem de çok değerlisin, özelsin demek biraz çelişkili olmuyor mu? Belki o kadar değerli değilimdir ve gayette sıradan olabilirim. Bu durumda kendimi bilmek, sıradan olduğunu bilmek anlamına gelir. Bu kişisel gelişimcilerin hoşuna gitmeyebilir. Öz saygımın düşük olduğuna karar vermeleri olası ve değerli ve özel olmak için ekstra çabalamam gerekiyor. Fakat araştırmacılar, özsaygıyı artırmak için verilen bu tür çabaların, insanları daha mutsuz ettiğini ve stres seviyelerini artırdığını gösteriyor. Aslında korkağım fakat kendimi cesur olarak biliyorum. Bu bilgimi her an doğrulamak için sonsuz bir çaba harcamam gerekiyor. Kortizon seviyem şimdiden coştu. Kendini yüceltmenin bir diğer riski, gerçeklikle aranızda oluşan boşluktur. Gerçek olmayan bir yüceltme, hatalarınızı görmenizi ve kendinizi geliştirmenizi engeller. Ayrıca çevrenizdeki insanlar, bir müddet sonra sizin aşırı şişkin benliğinizi incitmemek için rol yapmaktan sıkılabilirler. Patronlar, siyasetçiler mezara kendilerini tanımadan girme riski taşırlar.
Trump’a ahmağın teki olduğunu söyleyebilirsiniz fakat kendini bilmeyle çok ilgilendiğini sanmıyorum. Kendini bilmek insanı daha iyi biri yapar. Bu yüzden bütün dinler ve kadim öğretiler kendini bilmeyi emreder.
İnsan, kendini bilmek için üç bilgi türü ile ilgileniyor gözüküyor; kendini yüceltme, kendini doğrulama ve doğru bilgiyi arama. Kendini bilmede en isabetli bilgi türü doğru bilgiyi aramak gözükse de pratikte insanlar en az bununla ilgileniyor. Psikolog Sedikides, yaşamı yerli yerine oturtmada en etkili yöntemin ne olduğu sorusuna, bu bilgi edinme güdüleri dışında bir cevap veriyor. Sedikides’e göre, kendini yüceltme insanı iyi hissettirir ama gerçeği çarpıtabilir. Kendini doğrulama, bireyin zaten inandığı şeyleri pekiştirmesine yardımcı olur ancak gelişimini sınırlayabilir. Doğru bilgiyi aramak ise faydalı olsa da pratikte en son sıraya düşer. Bunların yerine, hayatını kendini geliştirmeye adayan bireyler uzun vadede daha iyi bir noktada olur.
Kendini geliştirme, insanın geçmişi değil geleceği merkeze almasını sağlar. Kusurları inkâr etmek yerine, onları kabul edip daha iyisi için çabalamayı gerektirir. Kendini yüceltme geçmiş başarılarla övünürken, kendini geliştirme eksikleri görüp aşmayı amaçlar. İşte bu yüzden, hatalarından ders çıkaran, eksiklerini kabul eden ve geleceğe dair bilinçli adımlar atan insanlar, hayatı daha iyi yönetir.
Kaynak: İnsan Nasıl Kendi Olur? Roy F.Baumeister

Kategoriler
Yazılarım

Narin, Gassal ve Cehalet Tutkusu

Bu yazı Renata Salecl in Cehalet Tutkusu kitabından esinlenerek yazılmıştır.
Psikolog Çiğdem KARAKUŞ

Cehalet bilgide eksiklik olarak tanımlanır. Bilmediğimizi bildiğimiz pek çok şey olduğu gibi bilmediğimizi bilmediğimiz şeylerde vardır. Kuantum fiziğini mesela; bilmediğimi gayet iyi biliyorum ve aslına bakarsanız bilmeye dair bir arzum olmadığını da itiraf etmeliyim.
Bilmediğimizi bildiğimiz ve bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler cehalet kapsamına girsede bu durum masum görülebilir;“Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik”. Neticede her şeyi bilmemiz mümkün değildir.
Cehaletin bir diğer tanımı da, görmezden gelmektir.Bir şeyden haberdar
olmamaktan farklı olarak, görmezden gelmek, haberdar olunmasına rağmen ona kayıtsız kalmak ya da inkar etmektir. Bir kez bildikten sonra ona kayıtsız kalmak yitirilmiş bir masumiyettir der Salecl. Psikolojide de, cehalet inkar denilen bir savunma mekanizması ile açıklanır. İnsanlar, acı verici ve başa çıkmakta zorlanılan şeyleri bilmek istemezler. Fransız Psikanalist Lacan pek çok hastanın, acılarının asıl nedenini anlamak amacıyla ona başvurduğundan, ancak gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak için her türlü çabayı gösterdiğinden söz eder. Lacan’ın “cehalet tutkusu” adını verdiği bu kavram, bireylerin bazı gerçekleri bilmekten kaçınma, hatta bu gerçeği reddetme veya bastırma eğilimini ifade eder.
Bu kavram, bilginin yalnızca eksikliğinin değil, aynı zamanda aktif bir şekilde reddedilmesinin de psikanalitik bağlamda nasıl işlediğini açıklar. Lacan’a göre, cehalet yalnızca bilgi eksikliği değildir; bireyin bilinçli ya da bilinçdışı bir şekilde bilgiye karşı aktif bir direnç göstermesidir.
Neyi bilmek istemeyiz?
İnsanlar, onları rahatsız edecek şeyleri bilmek istemezler. Hayat tarzını değiştirmesini gerektirecek bilgilerden kaçınırlar. Bazı şeyleri bilmek konfor alanını bozar.
Hayat görüşümüzle, mevcut inanç ve değerlerimizle çelişen bilgileri bilmek istemeyiz.
Bilişsel çelişki yaratan bilgiler kolayca inkar edilir. Bunu bazen bilgiyi küçümseyerek yaparız bazen öğrenmeyi reddederek.
Bilmeye, sorumluluk ya da suçluluk duygusunun eşlik edeceği şeylere gözümüzü yumabilir, kulaklarımızı tıkayabiliriz.
Çok fazla bilgiye maruz kaldığımızda seçim yapmak zorlaşır. Sosyal medya örneklerini düşünün, doğru bilgi ile yanlış bilgiyi ayırt etmek güçleştiğinde kayıtsız kalmak koruyucu görünür.


Narin…
Bir köyde, bir kız çocuğu öldürülür. Köy halkı, cinayetin failini ve nedenlerini bildiği halde, bu bilgiyi açıkça kabul etmekten kaçınır. Cehaleti bir kalkan olarak kullanılır. Bu “bilmezlik”, faille olan ilişkilerden doğan korkular, toplumsal normların korunması isteği veya faille özdeşleşme
gibi nedenlerle bilinçli bir seçim haline gelir. Lacan’a göre bu tür bir cehalet, sadece bilgiye değil, aynı zamanda bu bilginin gerektirdiği ahlaki ve hukuki sorumluluğa karşı bir dirençtir.
Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısını ve güç dengesini bozacak şeyleri bilmek istemeyiz.
Bu uğurda bir köy bir katili bilmek istemeyebilir. Sadece küçük yerler değil, modernleşmiş toplumlarda güç dengesini bozacaksa “katilleri” bilmek istemezler. Toplumun uyumu bozulmasın diye gerçekler kasıtlı olarak görmezden gelinir ve bireysel adalet arayışı engellenir. İster köy olsun, ister büyük modern bir toplum, insanlar sessizlik kontratı yaparak düzenin sürmesi için işbirliği yaparlar. Sistemin sürdürülmesine, bireysel adaletten daha fazla önem verilir.


Gassal…
Freud’a göre, inkâr, ölüm korkusuyla başa çıkmamıza yardımcı olan bilinçdışı bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde, kendi ölümlülüğümüzü yok sayar ve sanki ölümsüzmüşüz gibi davranmaya devam ederiz. Her inkar aslında bilinene karşı yapılır ve amacı bilinenin arkasındaki bir fanteziyi korumaktır. Bilinen ölümdür, ölümü inkar ederek ölümsüz olduğumuza dair fantezimizi sürdürmek isteriz. Mesela, ölümü bilmek istemeyiz.
Birilerinin öldüğünü biliriz fakat bu bizi şahsi olarak alakadar eden bir durum değildir. Ölümü inkar etmek sanki büyülü bir şekilde ölümsüzlük getirir. İnsanlar, ölüm gerçeğini kabul etmekte zorlanır ve ölümle ilgili bilgileri görmezden gelerek yaşamlarını sürdürmeye çalışır.
Ölüm fikri bireylerde varoluşsal kaygıyı tetikler. Bu kaygıyla yüzleşmek yerine ölümü basitçe gündemlerinden çıkarabilir. Gassal ın gündemi ölümdür ya da inkar, gündemde tutulmak yoluyla gerçekleşir. Bir ölü yıkayıcısı ölümü en çok inkar eden olabilir ta ki “öldükten sonra
onu kimin yıkayacağı” sorusunu sorana kadar. Cehalet, bilginin arkasında saklanır ve aslında bilmediklerimiz bizim hakkımızda daha çok şey söyler. “Bir şeyi inkara kalkıştığımızda tam da gizlemek istediğimiz şeyi fark etmeden açığa vurmuş oluruz”

Kategoriler
Yazılarım

Çocuk İstismarı ve Savaşın Kökenleri (Lloyd deMause) Kitabı Ne Anlatıyor?

Çocuk İstismarı ve Savaşın Kökenleri kitabında Lloyd deMause, savaşın nedenlerini çocuklukta yaşanan ihmal ve istismara bağlamaktadır. Tarihi, psikotarih denilen bir yöntemle tekrardan incelemekte, çocuk yetiştirme biçimleri ile savaşların paralelliğine dikkat çekmektedir. Kitapta, çocukluk tarihi, çocuklara yönelik ihmal ve istismarın tarihine dair birçok sarsıcı örnek olduğunu belirtmeliyim. Bu yazı, deMause’ın kitabının bir özeti niteliğindedir.
Tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin büyük kısmı, savaşmanın rasyonel nedenleri olduğunu öne sürmektedir. Ortada bir çıkar çatışması vardır ve bunun için savaşmak makuldür. Bir kısım Tarihçi ise idea edilenin tersine, savaşa neden olan çıkar çatışmasının kazanan tarafın dahi lehine sonuçlanmadığını belirtmekte, savaşların refahtan çok yıkım getirdiğine vurgu yapmaktadır. Yaygın kanının aksine savaşlar, ekonomik buhran yaşanan dönemlerden çok, refah dönemlerinde ortaya çıkmakta ve savaşı genellikle güçlü olan taraf açmaktadır. deMause, bu durumu Büyüme Paniği kavramı ile açıklamaktadır. İşlerin yolunda gitmeye başladığı dönemlerde ulusların büyüme Paniği yaşadıklarını ve savaş gibi gerileyici, yıkıcı eylemlere başvurduğunu öne sürmektedir. Yazar, büyüme paniğini travma psikolojisi ile ilişkili bir kavram olarak ele almaktadır. Büyüme paniği, Masterson’un terk depresyonu adını verdiği kavrama benzemektedir. Terk depresyonu, kendilik bozukluklarında, bebeğin bakım verenin yetersizliği nedeni ile terk edilmeye karşı hissettiği depresyon, panik, öfke gibi yoğun duygulardır. Terk depresyonunda bebek, bakım verenin onu terk etmemesi için (terk, bebek için ölüm demektir) sevgi ve onayını alacak yönde sahte bir kendilik geliştirir. Yetişkinliğinde ise içselleştirdiği bakım verenin hoşuna gitmeyecek bir eylem yaptığında ki buna kendilik aktivasyonu denir, terk depresyonuna düşer. Kişi terk depresyonuna düşmemek için savunmalar geliştirir. Bu savunmalar kişiyi ruhsal olarak geriletici ve yıkıcı niteliktedir. DeMAUSE, anne şiddetini (terk depresyonun cinai öfkesi ) benzer şekilde açıklar; “Şiddet eğilimli annelerle gerçekleştirilen klinik çalışmalara göre annelerin çocuklarına sadistçe davranışlarda bulunmalarının sebebi, kendi annelerini içselleştirmiş olmaları ve bir çocuğa sahip olmanın “kendini gerçekleştirmede yolunda en yasak eylem ve en az mazur görülebilir suç olduğu yönündeki korkudur. Yeni doğan bebeğini öldüren anneler, bir bebeğe sahip olma cüretini gösterdikleri için kendi anneleri tarafından cezalandırılmaktan korkarlar. Bu yüzden, “kendisini kurtarmak için, çocuğu yok ederek anneliği yadsırlar”. deMause benzer mekanizmayı toplumlarında yaşadıklarını söylemektedir. Uluslar, büyümeye, gelişmeye, demokratikleşmeye başladıklarında büyüme paniğine düşmektedir. Savaşlar ise içselleştirilmiş anneden ayrışmaya karşı bir savunma işlevi görmektedir. Ona göre savaş saldırıdan çok öz yıkım barındıran bir eylemdir.“Savaş, kötü çocukların yaşamlarını katil anneye sunma sürecidir. Kahraman, kendi cani annesinin ona yöneltilen öfkeden kurtaran, böylelikle kurtarıcı olarak onu sevme hayalini kurma hakkına sahip olan kahramana dönüşür.”
DeMAUSE travma psikolojisinin yarattığı içsel parçalanmayı şu şekilde anlatır; “ İstismar edilen çocuk, onları istismar eden kişilerin anılarını ve istismarcı kişiliklerini, beyinlerinin sağ yarım küresinin amigdala ağının ayrışmış kısmına alter adı verilen cezalandırıcı bir kişilik olarak gömerler. Alterin amacı, istismar ve terk edilmeye bağlı dehşet duygularını, bilinçten kopuk bir formda tutmaktır. Böylelikle çocuk, ebeveyni tamamen kaybetme ya da onun tarafından öldürülme korkusunun acısını ya da aşağılanmanın verdiği utancı dışa vurmak zorunda kalmaz. Alter, çocuğun maruz kaldığı istismardan kendisini suçlu tutmasını, sonra kendisini kurban olarak iki ayrı iç altere bölmesini sağlar: Katil anne alterini koruyan “Kahraman Benlik” ve annesinin onu öldürmesinin/terk etmesinin önüne geçmek için cezalandırılması gereken “Kötü Benlik”. Alterler, çocuklukta sağ beyne gömülen ve sonrasında ortaya çıkan şiddetin kaynağı olan saatli bombalardır.” Bu saatli bombalar savaş meydanlarında çocuklukta maruz kalınan acıların, korku ve öfkenin yansıtıldığı düşmanlar (kötü çocuk alteri) olarak ortaya çıkar. İşgal edilen anavatan ise, sevgisini kazanma umudu ile uğruna savaşılacak idealize edilmiş katil anneyi temsil eder. Savaşçı, kendisini feda ederek, kötü anneyi, onu seven iyi bir anneye çevirme umudu taşıyan bir kahraman yani sevilmeyi hak eden iyi çocuktur artık.
deMause, Erkeklerin bilinçdışının idealize edilmiş bir anne fantezisini sürdürmeye daha yatkın olduğunu söylemektedir. Erkeklerin anneleri ile ilgili algıları idealize edilmiş ya da bulanıktır. Ann Caron kız ve erkek çocukları ile yaptığı röportajlarda kız çocuklarının anneleri hakkında duyguları (onları hem severler hem nefret ederler ve eleştirirler) hakkında rahatça konuşurken, erkek çocuklarının anneleri hakkında konuşmaktan kaçındıklarını, onlara anneleri ile ilgili değiştirmek istedikleri bir şey olup olmadığı sorulduğunda çoğunlukla hayır cevabını verdiklerini belirtmektedir.”
Erkek çocukları genellikle annenin fedaisi rolünü oynamaya evin erkeği sıklıkla babanın fiziksel ya da duygusal yokluğunda, bunalıma girmiş, bitkin anneyi neşelendiren sevgili olmaya teşvik edilir. Savaşçıların anavatanı kurtaran bir kahraman olması gerektiği fantezisi için önemli bir temelde budur. Anavatan, depresif, istismarcı, ihmalkar bir anneyi temsil eder ve böyle bir anne tarafından sevilmenin tek koşulu onu kurtarmakdır. Yani kurtarmak için kendini feda etmektir. “
deMause, birçok psikotarihçinin yaptığı araştırmalarla desteklediği, insanlık tarihinin, bebek ve çocuklara yönelik istismarının ve bebek katlinin bilançosunu çıkarmıştır. Kitapta, tarih boyunca çocuk yetiştirme uygulamalarının birçok örneğine değinilmektedir. Mesela; ilk çağlarda kabilelerde yeni doğan bebeklerin öldürüldüğü, kurban edildiği, (bazı kabilelerde yeni doğanın öldürülmesi için annenin daha büyük çocuktan yardım aldığı, bebeğin etinin anne tarafından yendiği ), sıkı bir şekilde kundaklandığı , terk edildiği, fiziksel şiddet gördüğü, anne tarafından cinsel olarak istismar (ensest) edildiğine dair örnekler verir. Antik çağda, özellikle Yunanda, erkek çocuklarına anal tecavüzün yaygın olduğuna hatta teşvik edildiğine ve yeni doğan bebeklerin öldürülmeye devam edildiğine değinir. Ortaçağda, çelişik duygular hakimdir, yeni doğanı öldürme hala yaygındır fakat hoş karşılanmamaktadır. Bebekler kundaklanmaya devam edilir, günlerce kundak içinde kendi dışkısına bulanmış bir şekilde hareketsiz kalır ve temizlenmediği için vücudunda yaralar oluşur, aç bırakılır, çocuklar günahkar görülür ve dövülür, tecavüz yasal değildir.
Rönesans’da çocuk katli yoktur, çocuklar günahkarlıkdan ziyade duygularını kontrol altına almak için dövülür, çocuklar ayrı yatakta yatırılır (önceki dönemlerde çocuklar yetişkinlerle ya da daha büyük çocuklarla aynı yatakta yatırılır ve cinsel ilişkinin bir parçası olurdu).
“19.yüzyıl sonunda Almanya ve Avusturya’da bebeklerini doğar doğmaz öldürme oranı yüzde 20 idi. O dönemde Alman halkı ile yapılan anket çalışmasında büyük bir kısım Alman, babalarından dayak yediğini, babalarını ailedeki mutlak yasa olarak kabul ettiklerini ve babalarını sevmekten çok ondan korktuklarını belirtmektedir.”
“18.ve 20.yüzyıl arasında Paris’te doğan bebeklerin sadece %5’inin anneleri tarafından emzirildiği ortaya konmaktadır.”
Tarih boyunca, bebekler sütanneye gönderilmek sureti ile terk edilir, uzun yıllar boyunca aranıp sorulmaz. Birçok bebek sütanne eli ile öldürülür ya da istismar edilirdi.

Sonuç olarak, yazar geçmişte annelerin bebeklerini sık sık öldürdüğünü, terk ettiğini, istismar ettiğini söylemektedir. Bebek katline tanık olan, ihmal ve istismarla da olsa hayatta kalmayı başaran çocukların benliklerinin travmaya tepki olarak bölündüğünü ve yetişkinlikte ebeveynlerinden gördükleri şiddetti savaşlar yoluyla tekrar sahnelediklerini belirtmektedir. İnsanların çocuk yetiştirme biçimlerinin iyi yönde evrim geçirmesinin, günümüzde geçmişten daha az savaş olmasının ve daha güvenli bir dünya olmasının sebebi olarak belirtmekte ve günümüzde iyileşen çocuk yetiştirme biçimlerinin sürdürülmesinin, daha da iyileştirilmesinin savaşın çözümü olabileceği görüşündedir.

Kategoriler
Yazılarım

Görünmez Örselenmeler

Örselenmenin (travmanın) İnsan psikolojisine/kişiliğine zarar verdiği hususunda toplumumuzda bilinçlenme artmış gözüküyor. Sosyal medyadaki psikoloji alanında paylaşımların gördüğü ilgi ve psikologların takipçi sayıları bence insanların bu konulara ilgi/ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Hala ara sıra “beni çocukken annem-babam çok döverdi, ne olmuş sanki psikolojim mi bozuldu” diyenler çıksa da. Fakat örselenme ile ilgili es geçilen noktalar var. Somut örselenmeler (dayak, cinsel istismar, kayıplar, şiddete tanık olma gibi, doğal afetler, savaşlar, göç) çok daha bilindik. Çoğu insan ben bunları yaşamadım ki, annem-babam bana bir fiske bile vurmadı, “neden böyle hissediyorum” diye yaşadığı güçlükleri anlamlandırma da zorluk yaşıyor. Es geçilen nokta, daha sinsi olan fakat somut örselenmeler kadar -bazı durumlarda daha fazla- zarar veren örselenme türlerinin varlığı.

Örselenmelerle ilgili bilmemiz gereken ilk şey, ne kadar erken yaşta yaşanıyorsa ve ne kadar şiddetli ise o kadar zarar verici ve etkisinin kalıcı olmasıdır. Yani erken yaşlarda yaşanan istismarlar (fiziksel, cinsel, duygusal) en ağır etkiyi bırakıyor.”Bebektir/çocuktur hatırlamaz, unutur, büyüyünce geçer“ ne yazık ki doğru değildir. Çünkü travma duygusal ve bedensel olarak, tüm algısal deneyimleri ile (görme, koklama, işitme) beyne kaydedilir. Hatırlatma da bu düzeylerde gerçekleşir.

Görünmez örselenmeler:

Ebeveynin çocuklarını kendilik nesnesi olarak kullanmaları aslında bir şiddet türüdür. Ebeveyn-çocuk ayrışamaz, ikilinin duygu-dürtü-ihtiyaçları birbirine karışır. Bu genelde iyi/ilgili anne baba olmanın gereği gibi yansıtıldığı için çoğu zaman fark edilmez. Ebeveyn, kendisinin karşılanmayan çocukluk

ihtiyaçlarını (sevilme, ilgi görme, takdir edilme gibi) çocuk üzerinden karşılamaya çalışır. Sevilmek için çocuğun her istediğini yapmak, başarılı olması için zorlantılı bir şekilde uğraşmak (çocuğun yerine ödev yapmak, etkinlikten etkinliğe sürüklemek ) gibi.

Örselenmiş anne/baba, çocuğunu kurtarıcı olarak görebilir. Bu şekilde gene çocuğu kendilik nesnesi olarak kullanır. Ebeveyn çocuktan kendisinin kaygı, değersizlik, üzüntü gibi duygularını azaltmasını bekler. Çocuğun görevi, ebeveyni iyi hissettirmek ya da kötü hislerine konteynır olmaktır. Bazı ebeveynlerin, çocuklarının “kötü hissetmesine” karşı toleranslarının düşük olması aslında kendi duyguları ile çocuğun duygularını ayırt edememeleri ile ilgilidir. Kötü hisseden aslında ebeveyndir ve ayrışma sorunları nedeni ile ebeveynde empati eksikliği vardır bu yüzden çocuğun gerçek duygularını okuyamaz ve kendi kaygılarını çocuğa boca eder. Bir müddet sonra kaygı çocuğa aitmiş gibi gözükür aslında çocuk burada sadece konteynır görevi görmektedir. “Sorunlu hale gelen çocuk” dikkatin odağına yerleşerek, ikinci bir işlevi daha yerine getirir. Bu işlev, ebeveynin kendi duyguları, kayıpları ile yüzleşmesini engellemektir. Ebeveyn artık kendi sorunları (kaygıları) ile uğraşmak yerine, “sorunlu çocuk” ile uğraşmaya başlar. Bu yüzden çocuk terapisinde bir ilke olarak “sorunlu çocuk yoktur, sorunlu anne-baba vardır.” Gene iyi/ilgili ebeveyn görünümlü gizil ensest eğilimleri aslında bir istismar türüdür. Babanınmkızına/annenin oğluna , diğer aile üyelerini dışlayacak şekilde aşırı ilgi göstermesi ve bu ilginin karşılıklıbağımlılığa dönüşmesi. Eşlerin birbirleri ile değil, oğlu/kızı ile bir çift gibi davranması. Toplumumuzda “hayırlı evlat olarak görülen”, anneye aşırı düşkün erkekler (gezmeye eşiyle değil, annesi ile gidenler grubu) , dertlerini eşiyle değil annesi /babası ile eğer ebeveyn ise oğlu/kızı ile paylaşanlar, gelini ile rekabete girenler, bu duruma örnek olarak düşünülebilir. 

Aşırı baskı, çocuğun her şeyine karışma, kontrol etme, sürekli yasaklar koyma (ayıp/günah) bir başka örselenme nedenidir. Dindar ailelerin çocuk yetiştirirken düştükleri hatalardan biri dini yasakları/kuralları çocuk üzerinde bir baskı aracı haline getirmeleridir. Yasakların/kuralların din gibi güçlü bir kaynaktan geliyor olması, doğru yaptıkları /haklı oldukları inancını pekiştirebilir. Pedogoji bilmeden yapılan din eğitimi ne yazık ki çocukta örselenmelere neden olabilmektedir. Ayrıca din güçlü bir savunma aracı (patolojiyi örten) haline dönüşebilir. Kendi narsisitik arzularını ya da agresyonunu din üzerinden ifade etme mesela. Bazı hocaların cehennemi büyük bir iştahla anlatmaları, cemaati sürekli ceza ile korkutmaları, günahkarlıkla yargılamaları kendi agresyonlarının Tanrı adına dışarıya atılması olarak düşünülebilir. Onlar, hem tüm bu günahlardan kendilerini beri görüyorlar, çünkü günahkar olanlar “ötekileri”, hem de Tanrı ile özdeşleşip yargı dağıtıyorlar. Asıl cehennemin kendi ruhları olduğunun farkında olmamaları da aslında kamil insan olma noktasından ne kadar uzak olduklarını düşündürtüyor.

Kategoriler
Yazılarım

Aşırı Annelik (overmothering) / Küçük İmparator Çocuk

Aşırı annelik
Annenin (bakım verenin) bazen kendi hayatından vazgeçme pahasına, kendisini çocuğu üzerinden var etme çabası olarak tanımlıyorum. Aşırı anneyi, cocuğun hayatında fazlasıyla yer almasından tanıyabiliriz. Yanında olmadığı zaman bile zihinde hep çocuk vardır ya da sürekli çocuktan bahseder. Mükemmel çocuk yetiştirmek için uğraşır bu yüzden çocuğa çok fazla müdahale eder. Sanki annenin kendiliği çocuk ile karışmış gibidir. “Nasılsın? diye sorulduğunda, “iyiyim” yerine (çocuğu kastederek) ……… çok iyi” şeklinde cevap verecek hissi uyandırır. Aşırı anneyi (kaynaşmış versiyonunu) çocuktan bahsederken “biz” demesinden de ayırt etmek mümkündür; “Bugün çok ödevimiz var, okulda öğretmen kızmış bu yüzden çok üzgünüz.”
Aşırı annelik bir ayrışma sorunu mudur?
Erken yaşlarda, bebek/çocuk henüz dürtülerinin kontrolü altındadır. Bebeğin mottosu, haz varsa sürdür, acı varsa kaç denilebilir. Anne ve diğer bakım verenler, çocuğun dürtüselliğini düzenleme işlevini onun adına yerine getirirler. Bu ne demektir? Yeni doğan bir bebek acıkınca acı içinde ağlar, anne, sütü(ve şefkati) ile onun ihtiyacını giderir, bebek acıdan haz durumuna geçer. Fakat, annenin çocuğun her ihtiyacını anında karşılaması mümkün değildir. Süt hemen gelmez zaman zaman gecikir. Bu bebeğin beklemesini yani dürtüsünü(ya da hazzı) erteleyebilme becerisinin gelişmesini sağlar. İhmal edilen bebek için durumu sütün gelmediği, bebeğin tolere edemeyeceği kadar geciktiği ya da düzensiz geldiği (bazen çok süt, bazen az süt gibi) tanımlayabiliriz. Bu bebeklerin bağlanma sorunları yaşayacağı hatta büyüyünce kişilik patolojileri geliştirme ihtimalinin yüksek olduğunu az çok tahmin edebiliriz. Peki tersi durumda ne olur? Anne her an orada ve hazır bulunduğu durumda. Bebeğin ihtiyacını dile getirmesine(ağlamasına) bile fırsat vermeden çok süt veren aşırı annelik durumundan bahsediyorum. Süt vermek burada metaforik anlamı ile de kullanılmaktadır. Çocuğun önüne oyuncakları yığma, özel okullar/ dersler, kurslar, sürekli kıyafet almak, her dediğini yapmak, sınır koymamak yani çocuğu hayatın merkezine almak bir nevi sütü ihtiyacından fazla verme . Aslında iki bakım verme şeklinin de ortak özelliği temelde empati eksikliğidir. Aşırı anne de ihmalkar anne de bebekle/çocukla empati kuramamakta, onun gerçek ihtiyaçlarını ayırt edememektedir. Aşırı annelikte, anne bebekten ayrışamaz yani kendi ihtiyaçlarını, duygularını, dürtülerini çocuğa/bebeğe aitmiş gibi hisseder. Beslenme üzerinden gidersek, anne çocuğun yeterince beslendiğine bir türlü ikna olmaz çünkü doyup doymadığına baktığı çocuk değildir (çocuğun gerçekliğini görmez), odaklandığı kendi kaygısı, kendi çözümlenmemiş içsel meseleleridir. Aslında doyurulmaya çalışılan annenin içindeki çocuktur. Bu ikili ilişki içerisinde bebekte anneden ayrışamaz ve farklılaşamaz. Bebek kendi gerçekliğinden vazgeçer, annenin ihtiyaç duyduğu bebek haline gelir. Anne doymadığını düşünüyorsa, bebeğin kendi içsel referanslarına mesela bedeninin ne dediğine bakması, anneye itiraz etmesi , ayrışması, farklılaşması demektir yani anneye bebek sanki “anne ben sen değilim, ben farklıyım” demektedir. Bazı yetişkinlerin kendi içsel referanslarının olmaması, bedenini, duygularını, kendi ihtiyaçlarını fark edemeyecek kadar kendine yabancılaşmış olması ayrışma-bireyleşme problemlerini düşündürebilir. Eğer kendimin ne dediğini dinlersem, annemden farklılaşırım, bu şekilde hayatta kalmam mümkün değil. Bu yüzden kendi duygularımı bastırmalı, ihtiyaçlarımı inkar etmeli, düşüncelerimi ifade etmemeli hatta bedenimi dahi hissetmemeliyim. (Terapilerin iç görü ile ilerlediğini, tamda “gerçekte içte ne var” sorusuna cevap aradığını hatırlayalım). Yavaş yavaş kendine yabancılaşmanın tohumları ekilmeye başlar (gerçek kendilikten vazgeçiş).
Bebeğin farklılaşma çabaları anne için tehlikeli olduğunda, coşku ile desteklenmediğinde, bebek için de tehlikeli bir hal alır. Keyifle paten süren bir çocuk, annesinin yüzünde çocuğunun bu yetisinden keyif alan bir bakış yerine kaygı görürse, anne, panik ile düşeceğini, zarar göreceğini söylerse çocuk yavaş yavaş kendilik denemelerinden vazgeçer ve annenin istediği uslu çocuk haline gelir. Peki anne neden bebeğin kendisinden ayrışmasından bu kadar kaygı duyar? Bebekten ayrışamayan bir anne için (daha doğrusu annenin ayrışamayan bebeksi parçası için) ayrışmak ölüm gibidir. Ölüm dememden kasıt, bebek tamamıyla Ötekinin fiziksel ve duygusal bakımına muhtaçtır. Bebeği sadece fiziksel bakım eksikliği değil, sevilmemek, kabul görmemek gibi duygusal eksikliklerde öldürür. Belki bebeklerin bu kadar sevimli olması, sevmemenin mümkün olmaması bununla açıklanabilir. Kendi ayrışamayan-bireyleşemeyen anne çocuğa yapışır. Çocuğu ile kaynaşık yaşayan anne gerçekte çocuğunun onsuz yaşabileceğini görmek istemez. Okula yeni başlayan çocuğu için duyduğu kaygı belki de benden ayrı, kendi başına var olabiliyor yani artık beni terk edebilir (ayrışabilir) kaygısının bir ifade şeklidir. Çocuğunu bir müddet bırakması gereken bir annenin, çocuğunun ondan ayrılmak istememesinden gizliden gizliye keyif alması (hangi anne yaşamamıştır ki ) seyreltilmiş örneğidir.
Bebeğin gerçekte onun farklılaşmasına, dürtülerini, duygularını kontrol etmesine yardımcı olacak “yeterince iyi annelik” yerini ayrışması bireyleşmesi problemleri olan bir annenin bunu telafi etmek için çabaladığı aşırı anneliğe bir nevi mükemmel anneliğe bırakır. Anne saçını süpürge eder. Fakat bu tip fedakarlık aslında çocuğun gelişimini engeller. Mesela, Anne çocuğunun ona ihtiyacı olduğuna o kadar inanır ki (çünkü aslında kendisinin ihtiyacı vardır) çocuğun anne olmadan bir şeyler başarmasına müsaade etmez. Dışarıdan çocuğunu destekleyen bir anne gibi görünse de desteklediği yetiler, anne ile ayrışmadan yapabilmesine müsaade edilen yetilerdir. Çocuğun, kendi içinden gelerek yapmaya yeltendiği her şey, anne için aşırı kaygı verici bir hal alır (koruyucu annelik) . Proje çocuklar bir diğer örnektir. Görünürde her türlü yetisi desteklenen, gelişimleri bir plan dahilinde olan bu çocuklar tüm parlak görünümlerine rağmen, yetişkinliklerinde içsel olarak hep bir boşluktan ve anlamsızlıktan söz ederler yani gerçekte ebeveynlerini mutlu etme görevini üstlenmiş, fakat kendileri gerçekte mutsuz gene de ebeveynlerinin onayını kaybetmemek için mutluymuş gibi yapan çocuklardır.
Küçük İmparator Çocuk
Küçük İmparator Çocuk (Kral/Kraliçe Çocuk) ile aşırı ilgi odağı olan, ailenin maddi ve manevi kaynaklarının sınırsızca önüne serildiği, ebeveynlerinin tek “arzu nesnesi” haline gelen çocuğu kastediyorum.
Görüşme odamda karşılıklı iki koltuğum (yetişkin koltuğu) var. Bir aile odaya girdiğinde kimin nereye oturacağı daha ilk saniyelerden aile ile ilgili bir şeyler söyler. Küçük imparator çocuk bazen kendisi, bazen anne ya da babası tarafından yetişkin koltuğuna oturtulur, kendileri de çocuğun olması gereken yerde, sandalyede otururlar. Neden anne/baba otoritesini, haklarını çocuğuna teslim eder. Bu teslimiyet görünürde, özgüvenli bir çocuk yetiştirme arzusunun ya da çocuklarına olan sevginin, düşkünlüğünün bir tezahürüdür. Küçük İmparator çocukların bir kısmı ayrışma-bireyleşme sorunlarının sonucudur. Çocuk anne-babanın narsisistik bir uzantısıdır aslında. Anne baba rolü ise yetişkin bir roldür. Anne baba aslında yetişkin rollerini sandalyeye oturtmakla, koltuğu-iktidarı- narsisistik uzantılarına -yani çocuğa- teslim etmektedir. Tahta geçmenin bedeli ise çocuk için ağır olacaktır. Ebeveyn, ayrışmaktan kaygı duyduğu çocuğun ayaklarının altına adeta cenneti serer. Bunun için kendi otoritesini ve haklarını feda eder. Evde kararlar çocuğa göre alınır daha ileri boyutta kararları çocuk verir. Çocuğun haz odaklı dürtüleri doyurulur, acı, sıkıntı, üzüntü, hayal kırıklığı ya da zorlanma gibi duyguları hissetmemesi için her şey kontrol edilir (bu da çocuğun duyguları düzenleme yetisinin gelişmesini engeller, olumsuz duygular hisseden çocuk kendi kendisini yatıştıramaz, yetişkinliğinde duygularını düzenlemek için bir takım savunmalar geliştirir.) Çocuğun canının sıkılması, öfke, üzüntü gibi olumsuz duygular hissetmesi ebeveyni aşırı kaygılandırır, olumsuz duyguların ortaya çıkmaması için çocukla çatışmaya girilmez, her istediği yerine getirilir ve sürekli çocuğun kendisini iyi hissetmesi için uğraşılır. (Empati duygusunun gelişmesi için çocuğun üzüntü, acı, hayal kırıklığı, engellenme gibi duyguları deneyimlemesi gerekir. Aslında sürekli çocuğu iyi duygularda tutmaya çalışmak empati duygusunun gelişmesine de engeldir ) Bunun için çevrede kontrol edilmeye çalışılır. Sosyal medyada tebessümle izlediğimiz Pelin Su’ların, Can Berke’lerin hikayesidir bu. En son izlediğim parodide Can Atasun Berk, erken uyandığında huysuz olduğu için anneciği okul saatinin daha geçe çekilmesini talep ediyordu. Annenin talebi ne kadar gerçeklik ilkesinden uzak ve aslında narsisistik bir talep değil mi? Ayrışamamış ebeveyn, çocuğunu hayatın gerçekliğinden kopuk yetiştirir. Yani ebeveynin hayatının merkezinde olan ve her türlü dürtüsel, hazsal ihtiyacı karşılanan çocuk, gerçek hayatta da her şeyin onu merkezine almasını bekler. Yetişkin olmakta güçlük çeker çünkü dünyanın onu beslemesi gereken koca bir meme olmadığı gerçeğine hazır değildir. Yetişkin olmak, hayatın gerçeklik ilkesini benimsemek, kendi sorumluluğunu almak demektir. Küçük İmparator Çocuğun ne yazık ki gerçeklikle teması engellenmiş, tüm yollar o daha yürümeye başlamadan temizlenmiştir. Küçük İmparator hayatın gerçekliğinde yüzleştiğinde, gerçek hayatın örselenmelerine dayanamadığı (narsisitik incinme) zaman, yaşama karşı korku geliştirebilir.

Kategoriler
Yazılarım

Psikoterapi: Kendini Soru Haline Getirme

Psikoterapi: Kendini Soru Haline Getirme

Kedim yeni doğum yaptı. İlk günler, yemek yemek ya da tuvalet ihtiyacı gidermek için yavrularından ayrılma konusunda tereddüt yaşıyordu. Yavrularından uzaklaşıyor ama yarı yolda tekrar dönüp onları kontrol ediyordu. Anne yüreği işte nasılda korumacı… Geçen sosyal medyada önüme bir video düştü, köpek, kucağında çocuğu olan bir kadına saldırıyor, kadın çocuğu yere bırakıp kaçıyor, çevredekiler köpeği durdurup çocuğu kurtarıyor. (Bu arada çocuğu bırakan kadın, annesi değilmiş, ablası imiş) Videonun altı  “doğurmuş ama anne olamamış” yorumları dolu.  Kedim yavrularını terk edip gidebilirdi, bunu yaptığı için kimse “doğurmuş ama anne olamamış” demezdi herhalde.  İnsanı diğer canlılardan hatta evrendeki diğer her şeyden ayrı kılan şey nedir? İnsan bilinç sahibidir diyoruz, seçimler yapar, özgür iradesi vardır. Özgür irade bizi ahlaka ve hukuka tabi kılar aynı zamanda

Kedimin davranışıyla ilgili yaptığım “anne yüreği” yorumum gerçekte bir “anne yüreği “ mi acaba? Hayvanlar genlerine kodlanmış içgüdüleri ile hareket ederler. Yani ortada bir “anne yüreği “ yok sadece bir “yazılım” var. Hayvan yazılımına uygun hareket ediyor ve başka bir şekilde hareket etme konusunda da seçim yapma iradesine sahip değil.  Doğada yavrusunu terk eden, öldüren hayvanlarda gene belli bir yazılıma uygun şekilde hareket ediyorlar.  Ama insan özgür bir varlık ve bazı anneler çocuklarını terk etme seçimini yapabiliyor. Bu noktada şöyle bir itiraz yükselebilir. İnsan anneyi daha karmaşık bir hayvan olarak düşünebiliriz. Tamam, sırf içgüdülerden ibaret değil belki ama genetik, toplumsal, kültürel, psikolojik, nörolojik yapı ile kuşatılmış. Kimine göre bilinç ya da irade dediğimiz şey beynin ve sinir sisteminin gelişmiş fonksiyonlarından ibaret. Nöropsikolojide yapılan birçok araştırmada seçimlerimizi sinir sistemimizin belirlediği yönünde. Kişilik/kendilik bozukluklarının nöropsikolojisinden konuşuyoruz artık. Öyleyse tüm bunları insanı belirli seçimlere götüren bir yazılım olarak düşünebiliriz. Yani benim çocuğumu terk etme seçimim aslında özgür irademe değil, bahsettiğim yazılıma dayanıyor. Misal vücudumda yeterince oksitosin yoksa bebeğime yeterince bağlanamayabilirim ya da istismar dolu bir çocukluk geçirdiysem bir de üzerine bebeğimi uygun olmayan toplumsal şartlarda dünyaya getirdiysem gene terk edebilirim.  O zaman şu soruyu sormak isterim; eğer seçimlerim sadece bir yazılıma dayanıyorsa nasıl oluyor da ben seçimlerimin kaynağını sorgulayabiliyorum?  Yani seçtiğim şeyi, tekrardan gözden geçirmem, üzerine düşünmem seçimlerimin salt önceden belirlenmiş bir kayda bağlı olmadığını göstermez mi? Buna felsefeciler katlanmış bilinç diyorlar. Yani seçimimin üzerine bir katman çıkıp, onu bir soru konusu haline getirebiliyorum.

Bizi özgür kılan nedir? İsteklerimize göre mi yaşamak mı? Neticede isteklerimiz, duygularımız arzularımız ile kayıtlı olabiliyor ayrıca modern hayatta neyi istememiz gerektiğinin bombardımanı altında yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, rastgele yaptığımız seçimler, şartlara uyum sağlamak için yaptıklarımız, önceden belirlenmiş seçimler tüm bunlar tam olarak özgürlüğün zeminini dolduramıyor.  

Gerçekten özgür olduğumuzu varsayabilmek için insanın “gerçek kendilik bilincinin” olması gerektiğini düşünüyorum.  Gerçek kendilik, insanın kendisini kayıt altına alan iç ve dış gerçekliğin farkında olmasıdır. Yani kendini tanımasıdır. İçe yönelmesi, bilinçli farkındalık geliştirmesidir.  Bu acı verici bir süreçtir. Çünkü gerçek kendiliğin zıttı olan “sahte kendilik”  acıdan ve kaygıdan kaçmak için kendi duygu ve düşüncelerinin sorumluluğundan da kaçmak demektir. Sahte kendilik de beraberinde acı ve kaygı getirir fakat bu acı ve kaygının temeli özgürlüğe değil, kişinin kendisinden kaçmak için kullandığı savunmalara dayanır. En basitinden kişi kendi seçimlerini sorgulamak ve kendi acısına bakmak yerine, acısından “ötekini” sorumlu tutar. Ötekinin sorumlu olduğu bir şeyi değiştiremezsiniz.  Değiştiremediğiniz zaman da buna “kader” dersiniz ve hayatınızda, ilişkilerinizde sürekli tekrar eden “kader motiflerinin” aslında sahte kendiliğin kayıtlarının tekrarı olduğunu anlayamazsınız. Kişi, sahte kendiliğini kayıt altına alan yazılımına uygun tercihlerin döngüsüne girer.  Yani gerçekte özgür değildir.

Psikoterapi insanı özgür kılar. Çünkü psikoterapi seçimlerimizi, deneyimlerimizin üzerine çıkmamıza ve bunları soru haline getirmemize imkan kılar. İnsan,  kendi üzerine düşünebilen ve bunu dile dökebilen tek canlıdır. İçine yönelerek kendisinin hikayesini anlatabilir. Anlatmak aynı zamanda şifa vericidir. Anlatmak kapalı bir sitemi dışarıya açar, bu konuda profesyonelleşmiş kişiler yeni girdilerle bu hikayenin işlevsiz kalan, kişiyi hapseden öğelerden kurtulmasına yardımcı olur.  Psikoterapi bu yüzden iki kişiliktir yani kendinize terapi yapmanız çok zordur.  Yazılımımız ne yazık ki kendine karşı kördür, çoğu zaman da kapalı bir sistemdir. En basitinden, yazılımımız başkalarındaki tuhaflıkları hemen fark ederken, kendimizdeki tuhaflıkları kolay kolay fark etmez. Bu yüzden ötekini, bazen kendimizden daha iyi tanırız. Zihnimiz hem hapishanemiz hem de özgürlük anahtarımızdır. Bu hapishaneden çıkış anahtarı ise kendi üzerimize düşünmek, kendi içimize düşmek ve bunu dile getirmektir. Psikoterapi “kendini soru haline getirmektir” bu sorunun cevabının aradığı iki kişilik bir yolculuktur.
Kategoriler
Yazılarım

Terapi hakkında mitler

Travma

EFSANE: Bir terapiste ihtiyacım yok. Kendi sorunlarımı çözecek kadar akıllıyım.

GERÇEK: Hepimizin kör noktaları vardır. Zekanın bununla hiçbir ilgisi yoktur. İyi bir terapist size ne yapacağınızı veya hayatınızı nasıl yaşayacağınızı söylemez. Size ayna tutacak ve daha iyi seçimler yapabilmeniz için kendiniz hakkında fikir edinmenize yardımcı olacaktır.

EFSANE: Terapi çılgın insanlar içindir.

GERÇEK: Terapi, bir yardım eline ihtiyaçları olduğunu fark edecek kadar öz farkındalığı olan ve daha özgüvenli ve duygusal olarak dengeli olmak için araç ve teknikleri öğrenmek isteyen kişiler içindir.

EFSANE: Terapistlerin tek konuşmak istedikleri benim ailemdir.

GERÇEK: Aile ilişkilerini araştırmak bazen yaşamın ilerleyen dönemlerindeki düşünce ve davranışları netleştirebilse de, terapinin tek odak noktası bu değildir. Birincil odak, değiştirmeniz gereken şeydir – yaşamınızdaki sağlıksız kalıplar ve semptomlar. Terapi, anne babayı suçlamak ya da geçmişe takılıp kalmakla ilgili değildir.

EFSANE: Terapi ben merkezli, şikayet edip, sızlananlar  içindir.

GERÇEK: Terapi zor bir iştir. Şikayet etmek sizi çok uzağa götürmez. Terapide ilerleme, kendinize ve yaşamınıza yakından bakmaktan ve kendi eylemlerinizin  sorumluluğunu  almaktan geçer. Terapistiniz size yardım edecek olsa da sonuçta işi yapan kişi sizsiniz.